4 Ağustos 2019 Pazar

Arif Bey ya da Herhangi Biri



Sürekli yönetme eğilimindeyiz. Kendimizi yönetiyoruz, eşimizi, çocuklarımızı, arkadaşlarımızı, mahallemizi, şehrimizi, ülkemizi, dünyamızı… Sürekli uzaylılardan bahsediyoruz çünkü onlar olmadan uzayı yönetemeyiz. Uzaylılardan ziyade kudretimizi merak ediyoruz. Onları da yönetebileceğimizi görmek istiyoruz. Hayatın akışı umurumuzda olmuyor. Bütün gruplarda içinde ukde barındıran insanlar yaşıyor. Uygunsuz zamanlara uymak zorunda olanlar, istemediği yerlerde yemek yiyenler, eğlenmediği oyunlarla eğlenmeye çalışanlar, beğenmediği fıkralara gülenler… Yine de bir grubun üyesi olmak zorundayız. Yalnızlığa mahkûm bir hayatta sadece kendimizi yönetmemiz gerekiyor, bu korkutucu durumun farkındayız. Kendimize yalanlar söyleyemiyoruz, kendimizi istemediğimiz bir şeye ikna edemiyoruz, kendimizle vakit geçiremiyoruz. İçimizde, derinlerde bir yerde, doğruyu fısıldayan isyankâr biri tarafından rahatsız ediliyoruz. Gerçeğin çıplak haliyle karşımızda sırıtmasına alışkın varlıklardan değiliz. Kendimizi tanıyarak en büyük devrimi başlatabilecekken önceliği karşımızdakileri tanımaya veriyoruz. Kendimizle arkadaş olmaya çalışmıyoruz. Kendimizden korkuyoruz. Yalnızlık hayatın bir döneminde yakalıyor hepimizi. Kimisini daha genç iken en diri haliyle kimisini de bir ömür tüketmesini bekleyip en korkak haliyle yakalıyor. Yalnızlığın sihirli elmasından birer ısırık almadan kaçamıyoruz. Bu hikaye Arif Beyin yakalandığı köşeyi anlatıyor. Ya da başkalarının… 


Arif Bey, artık titremeye başlamış elleri, kamburu belirginleşmiş sırtı ve iyice aklaşmış saçlarıyla yaşlılığı kabul etmişti. Yaşlanmamak için çok mücadele etmişti. Geçmişinde depoladığı mutluluklarını, kahkahalarını, heyecanlarını, efkarlarını, göz yaşlarını, kayıplarını… biraz daha ayakta kalabilmek için bir kenarda umarsızca kullanmıştı. Çocukluğunun, gençliğinin, evliliğinin, sünnet düğününün, babasının, karısının, annesinin; ona geçmişini hatırlatan kenarları sararmış ve hatta bükülmüş bütün fotoğrafları bir albüme tepmiş ve gardırobunun en karanlık köşesine saklamıştı. Arif Beyin karanlık bir geçmişi yoktu, hatta kıyaslayınca loş bir aydınlık bırakmıştı hikayelerine. Ama yaşlılığa karşı mücadelesi uğruna geçmişini feda etmeyi göze almış, yakın zamana kadar çetin bir mücadele vermişti. Bu mücadele karşısında bir oda dolusu tozla yaşamaya bırakılmış albümü de pes etmek üzereydi. Yetmiş yılın ağırlığını kaldıramayan insanların, bu ağırlığı albümlere yüklemesiyle başlıyordu her şey. Fotoğraflar albümlerin piyadeleri oluyordu. Ve ilk yıpranan fotoğraflar ilk çekilen fotoğraflar oluyordu. Tarih ilk çekilen fotoğraflardan uzak kaldıkça Arif Bey de ellerinin uzanamayacağı yerlere bırakıyordu onları. 


Yetmiş yılını dünyada geçirmiş bir insandı. Belki de hatıralardaki masumiyeti kaldıramayacak güce düşmüştü. Ömrünün sonbaharında aynalara kırgın bir hayatı tercih ediyordu. Aynalara baktığında bembeyaz bir boşlukta boğuluyordu. Yüzündeki kırışıklıklara yazılmış isimler okunmuyordu, dökülen kaşlar birer hatıra götürmüştü kendiyle, titrek parmakları taraklarla kavgalıydı. Her hatıranın ardında bir yalnızlık yaşıyordu. İnsan yaşlandıkça hatıralara ürkek bakışlar atıyordu. İnsan yaşlandıkça hatıra olmaktan korkuyordu. Büyük hatıralar elvedalarla başlardı ve büyük elvedalar ebediyete uzanan yolculuklarda yankılanıyordu.


En ağır fotoğraflar en eski albümlerde yaşardı. Albümler eskidikçe daha tozlu ve daha açılmaz olurlardı. Her geçen gün biraz daha elveda derdi albümler, biraz daha yolculuk, biraz daha yokluk… Her fotoğraf kendisi kadar tozlanırdı. Uçları kendileri kadar bükülür, arkalarına yazılmış yazılar kendileri kadar silinirdi. Zaman her şeyin ilacı derlerdi. Sabır belki de zamanın en etkili silahıydı. İnsanoğlu sabırsız bir yaratıktı ve bütün savaşlarda zamanın sabrına teslim oluyordu. Kimisi prensiplerini teslim ediyordu, kimisi iradesini, kimisi hayallerini, kimisi ruhunu. Arif Bey yirmi yıllık mücadele vermişti. Ama iradesi yirmi yıl bir güne dayanamıyordu. Gücü yirmi yıllık bir güçtü. Merakı yirmi yıllık bir merak, hafızası yirmi yıllık bir hafızaydı. Yazılan her netice karşımıza çıkacaktı. Arif Bey neticedeydi bu akşam. Teslim olma vakti, zamandan bir doz alma vakti gelmişti. Gardırobu açtı ve albüme uzanmaya çalıştı. İlk denemesi başarısız olmuştu. Yirmi yıl sadece onun hayatından götürmemişti. Işıksız bir köşede yirmi yıla hapsetmişti albümü.  Albümü gardırobun en derin noktasından almaya çalıştıkça ortamı hafif bir küf kokusuyla ağırlaştırdığının farkına varamamıştı. Yirmi yıl boyunca hatırı sorulmamış bir dostun elini sıkmak gibi biraz sert, biraz soğuk ve biraz kırgınlığı vardı. Toz kütlesinin altında, albümün siyah cildinin üzerinde, Arif Beyin üniformasıyla uzunluğunca bir fotoğrafı görünüyordu. Belinin sağ tarafını kabartan beylik tabancasıyla sokaklara huzuru bağışladığı zamanlardan bir fotoğraf. Hayatına kırışıklık katacak kadar isim tanımamış, genç ve yapılı bir bekçi olduğu zamanlardan bir fotoğraf. Albüm kapağına yapıştırılarak unutulmuşluk kokan, zifiri bir anda açıldığında albüme bir gencin mukavemetini katan fotoğraf. 


Bekçiydi bir zamanlar. Koyu kahverengi üniformasının altında sokaklara güvenlik vadeden devlet görevlisiydi. Girdiği sokaklara birer iz bırakan, girdiği sokaklardan birer iz taşıyan vatandaştı. Kırgınlıklar, telaşlar, kavgalar, ayrılıklar… gecelere ayrılan hikâyelerdi. Güneşin ardında bıraktığı bütün birikmişler geceleri inletiyordu. Yorgunluklar, başarısızlıklar, hastalıklar, kabul edilmişlikler, nefretler, ağır sözler, incitmeler… Bir şehrin arka sokakları kadar kirliydi meslekten edindiği anıları.  Albüm kapağını yıllarca açamayacak kadar ağır. Nasıl ki çöldeki bir ağaç kervanları serinletiyorsa, bataklıklarda açan bir çiçek bütün bataklığı resimlere kazıtıyorsa, Arif Beyin soğuk ve karanlık nöbetlerinin de bir aydınlatıcısı olmalıydı. Oldu. Ayfer Hanımla tanışması bu mesleği icra ederken tesadüfen gerçekleşti.  Bu tesadüf, tesadüflere gebe kaldı. Önce imamın sonra da memurun kıydığı nikaha kadar sokaklarda tesadüfler gezdi. Karanlıklarda saklanan bütün tesadüfler ay ışığına teslim oldu. Arif’in hayatı üç kelimeye dönmeye başlamıştı: Ayfer, ay ışığı, sokaklar. 


Hayatın bir köşesinde, düşüp kalkamadığı dönemlerden öncesine ait anılar canlanıyordu yavaş yavaş. Anıların da soluk sesleri, kalp atışları, hareketleri, duyuları vardı. Ne zaman canlanacaklarını bilemezdik ama canlandıkları bütün anlar, birbirine benzerdi. Arif Bey 20 yaşındayken hayatın merkezini yaşatıyordu. Enerjisi, kabiliyeti, coşkusu, kuvveti onu çeken kuvvetlere meydan okuyordu. Halbuki bütün bunlar kısa bir zamanın dayanağıydı. Geçip giden yıllar enerjisinden, coşkusundan, kuvvetinden eksiltecekti. Çark böyle dönüyordu. Daha önce merkezde insanlara dayanak olan adamlar, yaşlandıkça yaşamın bir kıyısına itilmiş, ince bir dala tutunmaya çalışıyorlardı. Kahvede zar atarken askerlik hikayelerini anlatan amcalar, sabah namazlarında cami çıkışlarında çorba içmeye giden ağır vasıta dayılar, hastane koridorlarında takım diş yaptırma sırası bekleyen kıyıya varmış insanlar… Yavaş yavaş aynı bardaktan su içmeye başlayan amcalar, teyzeler, yaşlılar, büyükler, neneler, dedeler, hacılar… Tecrübe denen boyunbağına musallat olmuş, yürüyeceğimiz yolların asfaltını döken o insanlar. En saf haliyle taşın suyunu sıktıran ve en bilge haliyle taşa uzanmaya kuvvet bırakmayan dünyada unutulmuşluk ve unutkanlıkla savaşan, tozlu rafları tarihe layık gören yaşlılarımız… Ali Beyler, Güzide Hanımlar, Arif Beyler… Bütün bu insanlar; yaşlılar, yaşlanacak olanlar yani bizler bir gün geçmişe bakıp özlemi iliklerimizde hissedecektik. Ağır bir yalnızlık hissi, hepimizin geçeceği bir yola pusu kurmuştu.


Diyarbakır’ın kenar mahallelerinde gözünü açmıştı. Daha konuşmayı öğrenemeden İstanbul’a taşınmışlardı. Akrabaları onlardan önce İstanbul’a gitmiş, işleri ayarlamış, kalacak yerleri bulmuş ve onları da çağırmıştı. Babasının sürekli çalıştığını anımsıyordu. Güneşte kavrulmuş teni, uçları sararmış bıyığı, dökülmüş saçlarının parlattığı alnı, damarları her an fırlayacakmış gibi duran kolları, önemsenmeyen bir sürü küçük yarayı besleyen parmaklarını görebiliyordu önündeki siyah beyaz fotoğrafta. Babası Arif’in elinden tutmuş, gülümsemenin nasıl bir eylem olduğunu hatırlamaya çalışır gibi çaylak bir tebessüm yollamıştı merceğe. Bir müddet kıpırdamadan elindeki fotoğrafı izlemeye devam etti. Sanki o anları yeniden yaşıyormuş gibi her şeyi her ayrıntısına kadar inceliyordu. Bu fotoğrafı çekerken giydiği kare desenli yeşil takım elbisesini yeni almıştı. Aldıktan sonra iki yıl boyunca düğünlerde, nişanlarda, bayramlarda, misafirliklerde bu takım elbiseyi giydirmişlerdi. Daha elbisesi eskimeden büyümüş ve bu takım elbise ondan kardeşine, kardeşinden kuzenine, komşusuna derken birkaç ailenin çocukluğunda yer edinmişti. Fotoğraflar anları ölümsüzleştiriyordu güya. Zaman fotoğrafın içindeki takım elbiseyi bile eskitmişti. Babası o zamandan biraz daha yaşlı görünüyordu gözüne. Zaman, o zamandan biraz daha eski bir zamanmış gibi görünüyordu. Arif Bey bu eskimelerin isyanındaydı zaten. Kuruntulara kapılmış, geçmişle olan kavgasını sürdürme isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Albüm kollarını yoruyordu. Yatağın bir kenarına oturdu. Yorgun bir gıcırtı yayıldı odaya. Loş bir ışık altında geçmişi hatırlamak zamanı unutturan etkenlerdendi. Yaşayabileceği kadar yaşadığını düşünen biri için zamanın kıymetini ölçebilecek bir tartı var mıydı?


Huzurevi onun da meskeni olmuştu. Bastonlar, tekerlekli sandalyeler, uzağı ve yakını gören boyuna takılmış ipli gözlükler, omzu hafif sarkmış açık kahverengi ceketler, yeleklere yuva yapmış köstekli saatler… Geçirilen onca yılın yorgunluğunu gözlerinden, dillerinden, adalelerinden uzak tutmak için son demlere kadar mücadele etmiş ve sonunda bu yazgıya boyun eğmiş buruk yürekler… Burada 360 derecenin her bir derecesi yaşlılığı temsil ediyordu. İnsan garip bir düzeni garipsemeden yaşıyordu. İnsanlar doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ya da insanlar doğar, baba demeye başlar, oğlum demeye başlar, torunum demeye başlar ve ölür. Baba derken bir gün büyüyüp evladı olacağını düşünmez, dede derken bir gün torun sahibi olacağını düşünmez, Fatiha okurken bir gün Fatiha okunacağını düşünmez. Farklı yolları aşıp aynı finali yaşayacağını, farklı çileler biriktirip aynı bayrağa koşacağını düşünmez. Ve her şey bir çocuğun, zamanında yüzlerce kez dede diyen birine dede diye hitap etmesiyle açıklığa kavuşur. Gözleri kapatan perdeler aralanır. Güneşin parlaklığı ilk defa fark edilir. Yeşilin aslında nasıl bir renk olduğu, günaydının ne kadar naif bir kelime olduğu, iyi gecelerin ne kadar korkutucu olduğu o sihirli kelimeden sonra fark edilir. Arif Bey gözyaşlarını çok tanıyamadan büyümüştü. Babası ağlamalara karşıydı ve yıllar üst üste bindikçe gözyaşları içinde birikiyordu. Geçmiş, son kullanma tarihi mezar taşında yazılan duygu dolu anların deposuydu. 20 yıl sonra eline aldığı albüm ruhunun kör noktalarına saklamış olduğu gözyaşlarını hatırlatıyordu. Önce babasını kaybetmişti, sonra annesini, sonra eşini ve sonralar hep gelmişti. Bütün acıları gözyaşlarına sarıp içinde tutmuştu. Ağlamamıştı. Ağlamamayı öğrenmişti. Ama şimdi fotoğraflar göğüs kafesinin kilidini zorluyordu. Yüreği özgürlük arayışındaydı. Gözleri yılların birikintisini inceden hissediyordu. 


Albümdeki ikinci fotoğrafta babasıyla aynı yerde aynı pozisyonda dururken annesini de almışlardı. Annesi Arif’in elinden tutmuştu ama babası ellerini beline doğru atmıştı. Hep öyle olmuştu zaten. Çocukluğunun özetiydi bu. Evlenirken babasının elini öpmüştü ama annesine sarılmıştı. Askere giderken babası ona türlü tavsiyelerde bulunmuş annesi ağlayıp dua okumuştu. Bu denge böyle sürmüştü yıllarca. Babasına düşkünlüğü belki de bu yüzdendi. Fotoğrafa dokununca annesinin nasırlı ellerini hisseder gibi olmuştu. Buzdolabının en boş halinde bile sofrada çeşitli yemekler bulundurmayı başaran maharetini özlüyordu. Bembeyaz tülbendini başının etrafından iki kere dolandırmasını, elbisesine sinen ekmek kokusunu, beş vakit abdestli nur dolu yüzünü ve annesinin ellerini, ve annesinin bakışlarını ve annesini özlüyordu. Anıların izdihamını yaşıyordu ve henüz ilk dalgasıydı izdihamın. 


Ortaokulun yarısına kadar düzenli okumuş diğer yarısını yarım yamalak giderek bitirmişti. Başlarda hafta sonları ve tatillerde, sonra bazen hafta içinde derken bir müddet sonra her gün babasına yardım etmeye gidiyordu. Küçük, rutubetli bir evde mütevazı bir hayatın ortağıydı. Çocuk haliyle babasına yardım etmekten zevk alıyordu. Her geçen gün biraz daha büyüyor ve büyüdükçe yardım etmelerin adı iş yapmalara, çalışmalara dönüyordu. Şimdi olduğu gibi o zamanlar da büyümek rahatsız ediyordu onu. Her sorumluluk 365 parçaya ayrılıyor ve her yılın sonunda yeni bir sorumluluğu oluyordu. Eğitim hayatı ona sorumluluk olarak yüklenmemiş, bir gölün yok olması gibi buharlaşıp unutulmuştu. Her şey olacağına varır derdi büyükler. Her şey olacağına varırdı. Her şey olacağına vardı. Hayat dediğimiz mücadelenin hangi fırsatları hangi cebinden çıkarıp sunacağını bilemezdik. Bilemezdi. Nispi fakirlik yaşayanların amacını paylaşıyordu. Bir gün bu ara sokaklara veda etme hayaliyle hayatın sunacağı tüm fırsatları yakalamak için uykuyu rutin hayatından çıkaranlardan olacaktı. Çıkardı. Fırsat denilen şeyin hiçbir zaman çıkmayabileceğini, bir yerlerde unutuluverme ihtimalini hepimiz göz ardı ediyorduk. O da göz ardı etti. Çok çalıştı. Çok bekledi. Gencecik bir oğlanın çalışabileceğinden fazlasını çalıştı. Gencecik bir oğlanın bekleyebileceğinden fazlasını bekledi. Yirmi yaşını bulunca işi onu bulacaktı. İşi peşinden koştukça eşi peşinden koşacaktı. Ve bu seyir böyle devam edecek, kader bütün sebepleri bütün sonuçlara kavuşturacaktı. 


Albümden çıkardığı her fotoğrafı uzun bir süre inceliyor ve sol eline alıp en alt sırada tutuyordu. Buğulu gözlerle düğün fotoğrafını inceliyordu. Geniş bir düğün masasının etrafını dolduran ve fotoğrafın dörtkenarı arasına sığmak için sıkışan ailenin birlikteliğine bakıyordu. Birliktelikler daha çok düğünlerde, bayramlarda, cenazelerde boy gösterirdi. Gelenekler ya da değerler yüzyıllardır birleştirici gücüyle nice küskünlükleri, kırgınlıkları yok etmişti. Ayfer Hanımla mütevazı bir nişan ve mütevazı bir düğünden sonra mütevazı bir evlilik süreci geçirmişlerdi. Asla birbirlerinin ruh eşi değillerdi, birbirlerini tamamlayan yapboz parçaları ya da sonsuz aşkın hayallerine gömülenlerden olmamışlardı. Saygı ve sevgi dediğimiz birleştirici kuvvetleri sonuna kadar kullanarak evliliklerini sürdürmeyi başarmışlardı. Zamanın azalttığı argümanları nefeslerinden uzakta tutarak bir çatının altında huzuru inşa etmişlerdi. Arif Bey üçüncü şahısların dipdiri olduğunu düşündüğü çatıların altında yaşanan şiddetli tartışmaların, bunalımların, cinnetlerin, tükenmişliklerin varlığının farkındaydı. Ayrıntılarına hakim olmadığımız, özetine mutlu bir gidişatı yüklediğimiz hayatların altında solmuş, solmakta ve solacak olan insanların ağlamak için geceyi beklediklerini bilenlerden biriydi. Mesleki tecrübesi uzun bir birlikteliği inşa etmesine yardımcı olmuştu. 
 

Baktığı fotoğraf sayısı arttıkça kamburu biraz daha çıkıntı yapıyordu. Özlem her fotoğrafta biraz daha ağırlaşıyordu. Hasret biraz daha… Hasret öyle bir şeydi ki; yel gibi estiğinde tatlı bir mutluluk, rüzgar gibi estiğinde tedirgin bir tebessüm, fırtına gibi estiğinde korkunç bir yalnızlık getiriyordu. Hasret insanın en güzel imtihanıydı; özlediklerinin, aradıklarının, kaybettiklerinin, bir zamanlarının, artıklarının, şimdi olmayışlarının…. İnsana bahşedilen ve insandan koparılan her şeyin kapısında aynı ışığı yakalamanın yoluydu. Bazen çölde doğru yolu kılavuzsuz bulmaktı, bazen görünen köye kılavuz aramak. Hasretin de niyeti vardı. Hasrete de niyet vardı. Arif Bey bu gece hasrete niyet etmişti. Bütün bir hasrete, belki de son bir defa…


Albümdeki fotoğraflar çekildikleri tarihlere göre sıralanıyordu. Albümü muhafaza etmek kıymetli bir görevdi ve annesinden sonra bu görevi kendisi üstlenmişti. Ayfer Hanımı uğurladıktan sonra evin kokusu ona ağır gelmişti. Taşınmayı denemiş ama taşındığı hiçbir yer ona eskisi gibi nefes alıp vereceği ferahlığı sağlamamıştı. Yalnızlıkla uzun bir süre geçirmeden huzurevine gitmek istemişti. Tarih ilerledikçe fotoğraflar arası tarihler kısalıyordu. 4 çocuğu vardı, hepsi evlenmiş ve mutlu bir hayatın güzergahına kapılmışlardı. Çocuklarının emeklemeye çalışırken çektikleri fotoğraflara bakıyordu. Çocuklarının deniz kenarında çektikleri fotoğraflara bakıyordu. Çocuklarının ilkokul önlükleriyle çektikleri fotoğraflara, lise müsamerelerine, düğünlerine ve araya kattıkları bir sürü geçmişe... Torunlarına bakıyordu. Babasının elinden tutan Arif, çocuğunun elinden tutan Arif’e doğru gelmişti. Çocuğunun elinden tutan Arif, torununun elinden tutan Arif'e doğru gelmişti. Zamanın sürati değişkendi. Geçmişe bakınca hep hızlı olduğuna kanaat getirilirdi. Fotoğraf makinelerinin değerli olduğu zamanlardan her yerin makine olduğu zamanlara akmıştı bir Arif’in hayatı. Teknoloji anıları arttırıyor ama insanlar anıları unutmaya başlıyordu. Çünkü yokluğun hasreti hep galip gelirdi. Olmayanın özlemi ağır basardı. Bu durum herkeste böyleydi. Bu durum her şeyde böyleydi. En önemli cevaplar sorulmayan sorulara verilirdi, en önemli ihtiyaçlar imkan yokken ortaya çıkardı, en önemli konular gece kimse yokken düşünülürdü. Akıl, irade, karar, muhakeme… Bunlar hayatın akışında eriyen ve eksilenlerdendi. Şartlar başka yolları kaybettiriyordu. Kendi yolunu çizmeye çalışan insanlar şartların güzergahını kullandığının farkına varamıyordu. 


İnsan anıları biriktirerek yaşayan bir varlıktır. Anılar hatırlamaların kölesidir. 70 yaşındaki bir insanın 70 yıl anısı olmuştur ama sadece hatırladıklarını anılaştırmayı öğrenmiştir. Hafızamız eskiyi elekten geçirir ve bize sundukları şeylere anı dedirtir. Hayatımızın büyük bir bölümünü farkında olmadan unuturuz. Bazen unutulmaya yüz tutmuş, hatırlarda kısa bir ömrü kalmış bir takım şeyleri hatırlayınca şaşkınlık ve mutluluk karışımı bir ifadeyle anlatmaya, yaşamaya, yaşatmaya çalışırız. O anlarda unuttuğumuz şeylerin çokluğunun farkına varamayız. Arif Bey  son birkaç günü unutmayı unutmak üzerinde düşünerek geçirmişti. Doktorla konuştuktan sonra uzun bir süre unutmanın ne demek olduğunu düşünmüştü. Bir insanın ölmesi gibiydi bir anının yok olması. Bir hayatın avucunun içinden kaymasıydı. Unutmak hepimizin imtihanıydı, doğru, peki ya unutmayı unutmak nasıl bir imtihandı? Bir gün her şeyi unutabileceğimizi bilmek her şeyi unutacak olmanın korkusunu hafifletiyordu. Arif Bey unutacağı şeyleri unuttuğunu fark edemeyeceği gerçeğiyle yüzleşmeye çalışıyordu geçen birkaç günde. Tarihin bir köşesinde kayıtlı kalmış kahkahaları silinecekti yavaş yavaş. Çocukluk hayalleri, çocukluk aşkları, çocukluk anıları... Düğününü, Ayfer Hanımı, çocuklarını, torunlarını... Annesini, babasını, yeşil takım elbisesini... Bir sabah uyandığında bir şeyleri unutmuş olacaktı. Ertesi sabah uyandığında unuttuğu şeylerin olduğunun farkına varmayacaktı. Takvim, sonbaharı yaşayacaktı Arif Beyin hayatında. Hayat unuttuğu şeyi unuttuğunu hatırlamayacak bir unutmaya çağırıyordu onu. Alimler insanın ölümü unutarak yaşadığını söylerler. Belki de insanlar, yaşamayı unutarak yaşıyorlardı.


Fotoğraflar elinde ağırlık yapmaya başlamıştı. Son fotoğrafı da inceledikten sonra teker teker, aynı sırayla yerleştirdi albüme. Odayı aydınlatan ışığın merkezinde toza benzer şeyler uçuşuyordu. Perdeler hafif bir rüzgarı anlatıyordu. Kapının altından sızan ışık odanın dışında, kendisinden bihaber, kendi acılarıyla boğuşan insanların yaşadığını anlatıyordu. Oturduğu yatak, her hareketin büyüklüğü kadar hikaye mırıldanıyordu. Etrafında yaşayan olayları incelemeye devam etti. Gözlerini, gözlerinden kaçırmaya çalışıyordu aslında. Birkaç damla yaş gelecekti önce. Direncini kıran ilk darbe olacaktı bu ilk ıslaklık. Yabancı bir darbe, bilmediği bir taarruz olacaktı. Sonra kendini frenlemeye çalışacak, bir peçete bulup firar eden birkaç damlayı silecekti. Sonra yeni bir yaş gelecek, yeni bir kırgınlık, yeni bir mücadele. Albümü dolaba doğru götürecekti tekrar. Eski yerine yerleştirince hüngür hüngür ağlamaya başlayacaktı. Bütün vücudu titreye titreye ağlayacaktı. Ellerinden, ayaklarından kulaklarından, gözlerinden, ciğerlerinden, Arif Beyin varlığında bulunan her şeyden ayrı bir feryat yükselecekti. Bütün dertler, öfkeler, pişmanlıklar, özlemler toplanacak bir dermanı arayacaktı ağlayarak. Koca bir çınar olmuştu Arif Bey. Bu koca çınar, ağlayarak bütün köklerini azat edecekti. Bütün köklerini azat etti... 










19 Mayıs 2019 Pazar

Son Bir Merhaba

          Sema, önünde duran mektuba bakarken sorgulamaya başlamıştı; geleceği, zamanı, mekânı, mutluluğu, kederi, doğduğu günü, öleceği günü… Aykut’u defnetmelerinin üzerinden iki hafta geçmiş olmasına rağmen her baktığında, masa lambasının dibinde elindeki kalemle teksir kâğıtlarını karalarken görecek gibi oluyordu.  Arada bir gerçeğin donuk görüntüsü yüzüne esiyor ve Aykut’un son kelimelerinin önündeki mektupta beklediğini fark edip ürperiyordu. Mektuba her dokunduğunda içinde barınan hüzünlü kelimeler ruhuna sirayet ediyordu. Kaybetmenin burukluğuyla mektubu açıp okumaya başladı. Özenle katlanmış, biraz da buruşmuş bir teksir kâğıdı geldi eline. Aykut’un yazısını görür görmez dolan gözlerini biri görecekmiş gibi gizlemeye çalıştı boş odalardan. Aykut’tan kalan son hatıra “Merhaba Sevgilim” ile başlıyordu. Her harfi inanarak yazılmış, her boşluk nizami bir mesafeyle bırakılmış, her kelime nakış gibi işlenmişti mektuba. Ayrılık mektuplarını okumanın en zor yanı “Merhaba” ile başlayan cümlelerin aslında bir elveda olmasıydı.

“Merhaba Sevgilim 
Şimdi sen bu kelimeleri irdelerken ben kaf dağının ardında düşünmekten salıverilmiş bir gezgin gibi kırlangıçlara karışarak uçuyor olacağım. Sana bıraktığım mektuptaki birkaç kelime, en değerli hazinem, düşünmekle başlayan hayatımın başını ve sonunu anlatacak. Ölümüme masamın üzerindeki birkaç kağıdın arasında kırışmış nedenler bulacaksın. Yaşamanın ne demek olduğunu bana ilmek ilmek öğreten kalemlerin aslında beni ölüme nasıl hazırladığını göreceksin. Kalemler ince uzun bir labirenttir sevgilim, güllerle serpilmiş dikenli yollardan geçirir insanı.”

Sema okuduğu her kelimede duraksayıp hatırlattığı anıları boğazına düğümlüyordu. Her şey parkta kitap okurken arada bir bakışlarını gökyüzüne çevirip hırıltılı nefesler veren Aykut’u görmesiyle başlamıştı. Tam karşısında oturmuş onu incelerken Aykut’un onu bir kez dahi fark  etmemesi biraz heyecan, biraz merak ve çokça ilgisini çekmişti. Orta boylu, ortalama kilolu ve ortalama bir giyim kuşamla elindeki kitabı okuyor, kitabın karakterleri sohbet ediyor ya da kavga ediyordu. Aykut’a her baktığında farklı kişilerle karşılaşıyordu. Bazen iş adamı, bazen muhabir, bazen sanatçı, bazen de üniversite talebesi… Bir kitabı okumanın ayrıntılı dersini veriyordu adeta. “Kitabın iyiliği okunmasındandır.” demişti Umberto Eco, “Onu okuyan gözler olmazsa, bir kitap kavramlar üretmeyen imler taşır; bu nedenle de dilsizdirler.” Aykut kekeme kitapların doktoruydu bu haliyle. Bir müddet sonra aniden kitabı kapatıp yürümeye başladı. Bazı adımları yorgun, bazı adımları güçlü ve bazı adımları kararsızdı. Belki de Sema gözlerinin hakimiyetini kaybediyordu. Aykut’u yalvaçsı bir esinti takip etmiş ve bu esinti Sema’nın iliklerine kadar işlenmişti.


Birkaç yorgun geceden, uykusuz sabahtan ve kızarmış gözlerden sonra sağlıklı düşünebildiği anlarda, önüne serilen yolun bir kıyısında Aykut’a rast geleceğine inanıyordu. Hatta biliyordu. Bu inancın ektiği tohumlar iki kişilik hayata hazırlıyordu onu. Sema iki kişilik düzeninde yaşarken Aykut’u olması gereken vakitte, olması gereken kıyıdan, olması gereken şekliyle alıp olması gereken yerine oturtacaktı. Aykut’un “Merhaba Sevgilim” diyerek başlaması için onlarca olayın, sorunun, gecenin, gündüzün, kederin, şenliğin gerçekleşmesi gerekiyordu. Sema bunun farkındaydı ve Aykut’un her merhabasına dünyaları sığdırıyordu. Ama şimdi okuduğu “Merhaba Sevgilim” kelimeleri her zamankinden farklı, ebediyetten uzanan bir selamdı. Başkaydı. Bambaşkaydı. Bir insanın son merhabası her zaman bambaşka olurdu.


“Düşünmekle başladığım hayatımın başını ve sonunu…” demişti Aykut, daha önce onlarca kez söylediği gibi. Düşünme eylemini hayatın miladına koymuştu. Aykut'a “Konuşmadığımız vakitlerde düşüncelere gömülüyoruz.” demişti bir ara. “Halbuki dünyada düşüne düşüne bitiremeyeceğimiz o kadar çok öfke, keder, göz yaşı, ağıt ve kayıp var ki... Bütün bunları hatta daha fazlasını hatta daha da fazlasını düşünürken yaşamaya vakit kalır mı? Yaşamak için aklımızı bir uçurumun kenarına hapsetmeliyiz. “ Aykut canlıları düşünebilen ve düşünemeyen canlılar olarak iki kategoriye ayırırdı. “Düşünmek önemli bir erdemdir Sema.” diyerek vereceği cevabına başlamıştı. “Bizler iki parantezin arasına sıkışmış insanlarız, aileleriz, mahalleleriz, toplumlarız, ülkeleriz, gezegenleriz... Bütün bu kavgalar, savaşlar, iç muhasebeleri; bütün bu toplantılar, dosyalar, ciddi adımlar, kritik noktalar; kalemler, kağıtlar, defterler, kitaplar, okullar, üniversiteler; futbol, basketbol, bilgisayar oyunları...İnsanlara düşünmeyi unutturan bütün bu çalışmalar, projeler, imtihanlar arasında noksanlıktan birazcık daha fazla düşünebilmek, büyük bir erdemdir. Beraber büyüdüğümüz, oyunlar oynadığımız, aynı okullarda eğitimler aldığımız insanlar öğretmen oldular, geleceğimizi onlara emanet ettik; polis oldular, uyurken ışıkları kapatmayı öğrendik; mühendis oldular, evlerimiz, arabalarımız, ilaçlarımız... Beraber büyüdüğümüz insanlar katil de oldular, hırsızlık da yaptılar. Ne yaptıysak Sema, hep beraber yaptık. İki parantezin arasında hep beraber yaşıyoruz ve bu iki parantez yedi milyar insana zimmetlenmiş. Ama bütün dünya bu paranteze fazladan bir koltuk sıkıştırmak için onlarca, yüzlerce, binlerce insanın oturacağı yerleri gasp etmeye çalışıyorlar. Her defasında yaşanan farklı trajediler aynı parmakların oynamalarıyla başlıyor. Savaşlar aynı ellerin alkışlamalarıyla patlıyor. Ölümler aynı gözlerin kırpılmasıyla artıyor. Kafamızı türlü icatlarla meşgul ediyorlar Sema. Düşünmenin unutulması için yüzlerce sebep veriyorlar elimize. Bazı gözlerin, bazı ellerin, bazı parmakların başlattığı onca şeyi bütün ellerin, bütün gözlerin, bütün parmakların birleşerek yok edeceği günleri hayal ediyorum.” Bütün düşünmeyi başaranlar adına söyleniyordu bu kelimeler. Sokrates’in, Kant’ın, Nietzche’nin, Fatih Sultan Mehmet’in, İbni Sina’nın, Mevlana’nın, Cahit Sıtkı’nın, Peyami Safa’nın, Dostoyevski’nin ve daha nicelerinin hayallerinin arka kapısı düşünmeye açılıyordu. Düşünmek büyük bir iradeye rast geldiğinde devirler değişir, çocuklar yetişir, dünyalar öğrenilir, hayaller gerçekleştirilir… Zayıf bir iradeyi kıskacına aldığında ise yeşeren bütün hayallerin tek bir çıkış kapısı olur. Düşünmek, düşünülebilenden daha tehlikeli bir oyun olabiliyor kendi sokaklarında. Ve belki de Aykut bu tehlikeli oyuna bir kıyıdan katılmıştı. Düşünebilenlerin bazıları geçmişte tutsak kalır, bazıları da gelecekte. Bazıları ise geçmişten ve gelecekten uzak kalır. İrade, bu zaman kavramları arasında köprü vazifesi üstlenir. Aykut’un köprüsü sallantılı bir kaderi seçmişti. Düşünmenin de bir ağırlığının olduğunu hesap edememişti belki de.


“14 yaşımda Suç ve Ceza okuyarak başlamıştım yaşamaya. Hizmetçisinin “Ne iş yapıyorsun?” sorusuna “Düşünüyorum.” Cevabını veriyordu Raskolnikov. İlk olarak düşünmenin ne kadar zor bir iş olduğunu anlatmaya çalıştığını anlayamamıştım. Raskolnikov’un tembelliğine vurgu yapıldığını düşünmüştüm. Halbuki birkaç kişinin aynı anda yürüyemeyeceği sokaklarda birkaç dünya insanın birlikte yürümeye çalışması gibi, soluksuz, rutubetli, evhamlı bir işi yapıyordu. Şüphesiz Dostoyevski de o sokaklardaydı. Belki de Raskolnikov’la kol kola yürüyüp onun kendi hikayesini anlatmasını bekliyordu. Sokağın çıkışını bulamadığım gecelerde derin bir irkilmeyle uyanıyordum. Birkaç dakikalık hırıltılı nefes alış verişiyle kendime gelebiliyordum. Düşünmeye başlamanın ağırlığına 14 yaşındaki bir çocuk güçsüzlüğüyle katlanıyordum.”


Sema Aykut’un Dostoyevski’ye olan hayranlığının ve Rasolnikov ile uzun yıllar süren dostluğunun ne kadar sağlam temeller üzerine oturtulmuş olduğunu defalarca görmüştü. Ama bir vedaya sığabilecek onlarca nedenin başlangıç noktasında onların varlığını beklemiyordu. “Düşünmenin ne kadar zor bir iş olduğunu anlatmaya çalıştığını anlayamamıştım.” demişti  Aykut. Bu anlayamamanın ne kadar sürdüğünü kendisi de bilmiyordu. Ama Raskolnikov’un “Düşünüyorum.” Demesiyle başlamıştı düşünmeye. Geçen 14 yılın diriliğiyle ayakta kalmaya zorlanmıyordu. Düşünmenin ağırlığını tüm adalelerinde hissedene dek hayata efsunlu gözlerle bakıyordu. Bu ağırlık her geçen gün daha da artıyordu.


“Kitapları okumaya devam ettikçe umutsuzluğun, hakimiyetini yazarlara daha çok aksettirdiğini görüyordum. Her yazar aslında yazdığı kitaplar kadar, kitaplarındaki karakterler kadar yazarlaşıyordu. Çünkü her karakter kendi hikayesini yazıyordu. Her karakterden bir yazar doğuyor ve bir gövdeden uzana dallar gibi bir yazardan yazarlar çıkıyordu. Ve bütün yazarlar, ana karakterler, yardımcı karakterler hatta ağaçlar, evler, futbol topları, abaküsler falanlar filanlar umutsuzluk parantezinde birleşiyordu. Kendi kalemine umut yükleyemeyen onlarca insanın varlığı soğuk bir gerçek olarak yüzüme bulanıyor ve boğulmaya başlıyordum. Yazarlar karakterler yaratıyor ve bu karakterler kalemleri gasp ediyordu. Kalemlerden fırlayan gerçekler kederli hayatlar oluyordu.”

Aykut’un gerçeklere olan korkusunu Sema da zaman zaman hissediyordu. Ama onun içinde kopan fırtına tahmininden daha büyük yıkımlara yol açmıştı. Bazı hastalıklar insanlara şifa niyetine gelirmiş. Kekeme kitapların dili çözülmese belki de bu kağıtlar bu kelimelere kavuşamayacaktı. Belki de Sema iki ayağı çukurda olan bu masanın başında Aykut ile sohbet ediyor olacaktı. Aykut’un korkularını, endişelerini, karamsarlıklarını bu kitaplar kadar dinleyecekti. Ama kekeme kitapların doktoruydu o. Bütün kahramanlarla sohbet eder, bazen tartışır, bazen boğazlar ama bir şekilde kahramanların gerçek düşüncelerini öğrenmekten geri kalmazdı. İnsanların sorumluluğu kendisiyle başlar ve hayatına aldığı kişiler kadar sorumluluğun ağırlığı artar. Aykut’un hayatına giren karakterler boğazına düğümlenen suyun son damlasıydı.


“Bu düzenin derinlerinde parlayan beyaz bir bayrak umudum asla körelmemişti. Hikayelerin gerçekleri arasında kederden çok sevincin, yıkılmaktan çok ayağa kalkmanın, ağlamaktan çok gülmenin saklandığına inanıyordum. Yeni doğan çocuğunu eline alan bir annenin mutluluğunu kendime dayanak yapıyordum. Bir çocuğun doğmasını, çocuğun ağlamasına bakarak yorumlamaktan kaçıyordum. Böylece gerçeklere olan yakınlığımı da her defasında biraz daha yitirmeye başlıyordum. Halbuki çocuğun ağlaması annenin mutluluğunu gizleyemeyecekse annenin mutluluğu da çocuğun ağlayışını gizleyememeliydi. Örtbas ettiğimiz her gerçek mutlaka karşımıza çıkıyordu.


Bu düzenin içinde aradığım beyaz bayrağı bulamadıkça sarıldığım tüm umutlardan kopmaya başlamıştım. Son bir hamlemin kaldığını görüyordum. Benim gibi arayışta olanlar için beyaz bayrak olmaya karar vermiştim. Elimdeki kalemden onlarca, yüzlerce, binlerce karakter oluşturup güzeli ön plana çıkaracak hikâyeler yazacaktım. Elbette kederi, gözyaşını, acıyı da bir miktar kullanacaktım. Ama hiçbir zaman umutların önünde set olarak bırakmayacaktım. Eski heyecanımdan kalan birkaç kıvılcımla kağıtları doldurmaya başlamıştım. Başarısız olduğum her hikayeyi kağıtları buruşturarak yok ediyordum. Ya da yok ettiğimi sanıyordum. Uykularım daha çok bölünmeye başlamıştı. Nefes almak her geçen gün daha da zorlaşıyordu sanki. Buruşturduğum kağıtların arasından yükselen isyan seslerini çok sonra fark edecektim. Oluşturduğum onlarca karakter kırışık sayfalar arasında kendi hikayelerini yazıyordu. Artık çok korkuyordum sevgilim. Dünyaya ağlayarak gözlerini açan çocukları bu kadar hafife almamalıydım.”


Sema mektubun son cümlelerinin yaklaştığının farkındaydı. Okuduğu her kelime boğazına biraz daha düğümleniyordu. Aykut ile geçirdiği vakitlerin çoğunda bunlara benzer münakaşalarda bulunuyorlardı. Bu mektubu okudukça Aykut’un aslında onunla değil de kendiyle tartıştığını anlıyordu. Bir insanın yüreği belki bir dünyayı kaldırabilirdi ama birden fazla dünyayla mücadele etmesi mümkünsüzdü. Şu anda kocaman bir pankarta Neden? Diye yazıp sokakları arşınlamak ve dünyanın aklını karıştırmak istiyordu. Bu sabah neden uyandınız? Bu kadar kötülüğün beslenmesini neden durduramıyoruz? Yıkacağımız duvarları neden inşa ediyoruz? Bütün binalar, yollar, fabrikalar; bütün uçaklar arabalar… neden cezbediyor bizi? Neden bana biraz daha, hatta biraz dahadan da fazla anlatmadın? Neden Aykut?


“Bir ağaç gövdesi yıkıldığında tutunacak bir dal arayamıyor sevgilim. Hayatıma kattığım hikayelerdeki karakterlerle kavga ettikçe kendimi de bir karakter olarak hissetmekten alıkoyamıyordum. Her hikaye kendi sonunu oluşturacaktı, kural buydu. Kalemimin ağırlığı her gün biraz daha artıyordu. Her gece 14 yaşındaki Aykut’un güçsüzlüğünü hissediyor, eziliyordum.”

Sema son cümlelere doğru kendinde Aykut’un 14 yaşındaki güçsüzlüğü görüyordu. Aykut her zamanki gibi söylenecek her şeyi söylemişti. Her şey oradaydı zaten. Bu dünyada ayakta kalamamıştı ama bütün bu umutsuzlukları Sema’nın da sırtına yüklemişti. İki hafta önce başlayan veda bugün ebediyete ulaşacaktı.


“Ve bu sabah uyandığımda uzun bir zaman sonra tüm bu sıkıntılardan arınmış bir gece geçirdiğimi fark ettim. Hikayemin sonunun gelmediğinin farkındayım. Yarım bırakılmış hikayeler yoktur sevgilim, kendi sonunu yazamamış hikayeler vardır. Kalemimi kırıyorum artık, sivri kısmı bana asıl limanı gösterecek…”
AYKUT


    M. Said ASLANLI 











28 Nisan 2019 Pazar

Artık Delirmek İstiyorum

Yaşamayı çok sevmeye

Annemin karnını tekmeleyerek başlamıştım. 

Aradığım dünya

Gözümü açtığım dünyaya göz kırpmıştı. 

Nefes almaya yetemediğim bazı gecelerde, 

Girdiğim denizde suyun serinliğini ararken

Bir köpek balığının isyanında 

Binlerce balığın ölümüne şahit oluyordum.


Büyümeyi durdurmanın imkansızlığını,

Büyüdükçe daha iyi kavramaya başlıyordum.

Ve bütün büyümelerde saklanan intikamlar, 

Birkaç kelimenin parladığı sahillerde yatıyordu.

Geçmişin ardı kesilmeyen ağırlığında 

Heyecanımı diri tutuyordum. 

Zamana karşı savaşımı 

Beyaz bayrak sallayarak sürdürüyordum. 


An oldu, 

Birkaç günaha kör oldum. 

Kelimelerimi haciz memurlarına kaptırdım. 

Suskunluğumu haykıracak bir harf aradım. 

Ve An oldu, 

Birkaç günaha keçi oldum. 

Ürkütücü bir orman sessizliğinde, 

Konuşacak bir serçe aradım. 


Yaşamayı çok sevmeye

Annemin karnını tekmeleyerek başlamıştım. 

Fakat artık bütün anlarda delirmek istiyorum. 

Bir mürekkebin ışığında 

Ya da kül tablasının karanlığında

3 kelimeyle yaşamak :

Artık delirmek istiyorum. 


M. SAİD ASLANLI 





20 Nisan 2019 Cumartesi

Çocuk Sessizliği

Bir rüya gördüm:
Kalabalık sokaklar,
Kalabalık insanlar,
Meşgul insanlar,
Bana bakınca çocuklaşan insanlar, 
Beni mutlu sanan insanlar,
İlk izlenimim bunlar.

Bir rüya gördüm:
İçi boş bir kuyu,
Etrafında susuz insanlar;
Kuyuya kovayı daldıran umutvarlar,
Çıkrık sesini dinleyen çocuklar,
Bütün bunları izleyen çakallar,
İlk izlenimim bunlar.

Bir rüya gördüm:
El elin üstünde kimin eli var
Oynayan çocuklar,
Büyüyünce el ele tutuşup
Mutlu olmuşlar.
Mutlu olanlara bakıp mutlu olanlar, 
Mutlu olanlara bakıp kıskananlar,
Mutlu olanlara bakıp mutsuz olanlar,
Bunlar da insanlar.
İlk izlenimim bunlar.
                                           
Bir rüya gördüm:
Bütün karanlığı aydınlatan bir yangın,
Ortasında nur topu bir oğlan.
Gözleri ışıl ışıl.
Gerçeğin yaşanılamayan kırmızılığını
Göz yaşlarıyla örtüyor.
Ah yalanlar
Hayatı insana dayanılır kılmışlar.
Ah yalanlar
İnsanları insanlara kılıf yapmışlar.

Bir rüya gördüm:
İçi su dolu bir tenekede
7 milyar insan var.
Etrafı kor ateş,
Köşesinde bir delik.
Yanmaktan korkanlar deliğe koştular.
Yanmaktan kaçanlar etrafındakileri yaktılar.
Bir rüya gördüm:         
İçinde her şey vardı,
Biraz da insanlar,
İlk izlenimim bunlar.

M. Said ASLANLI

19 Nisan 2019 Cuma

15 DAKİKA


Henüz okuldan dönmüştü. Halsiz ve yorgun bir adamın surat ifadesini taşıyordu üzerinde. Dışarının keskin ayazından korkmasa koşa koşa eczaneye gider, acısını dindirecek dermanını alır ve rahatlardı. Ama hava çok soğuktu. Hatta çok çok soğuktu. Aklı başında bir insanı, önemli bir işi çıkmadığı sürece evde tutan soğuklar bu şehre uğramaya başlamıştı. Arada bir karnındaki çatışmalar nüksediyor ve her geçen çatışmada beli biraz daha bükülüyordu. Baş ağrısının da yavaş yavaş geliyor oluşunu düşününce eczaneye gidip ilaçlarını alması gerektiğine karar verdi. Ağrısı geçene kadar bekleyip çıkacaktı. Her an bir yeri kopacakmış gibi eğri büğrü ama çokça dikkatli bir şekilde önündeki koltuğa oturup beklemeye başladı. Olmadık zamanlarda kafasını kurcalayan, en yoğun anlarında onu işinden alıkoyup saatlerce kendisine çeken ve ona etrafını hatta geçmişini hatta geleceğini unutturan meşguliyetlerin, beynini kemiren binlerce iç muhasebenin biri şuan buraya uğrasaydı bütün bu ağrıları daha kolay atlatacaktı. Aslında düşünmesi için bir sebebe ya da bir olaya ihtiyacı yoktu. Mesela dün eve varmak için nefes almaktan vazgeçip bindiği dolmuşta hayatta kalma mücadelesi verirken  şairlerin varoluş sebebini merak etmişti. İnsanların şiirlere ihtiyaç duymalarını; şarkılara resimlere, filmlere ya da tiyatrolara... Sanatın klasikleşen amacını düşünüyordu. Acaba yaşamanın ince ayrıntılarını keşfetmeye çalışan insanlar olmasaydı bugün yine sağlıklı bir yaşam için düzenli hobileri tavsiye edecek miydik? Bizim bugünümüzü bugün yapan kaç milyon kişiye minnet borçluyuz? Acaba kıyamete kadar kaç kişi bize borçlanacaktı? Ama dediğimiz gibi ona kendisini bile unutturan bu düşünceler, her gün düzenli bir şekilde zamansız uğramayı sürdürüyordu. Biraz dişlerini sıkarak, yavaş hareketlerle önce sağ sonra sol ayağını sehpaya uzatıp derinden bir nefes verdi ve dinlenmeye devam etti.

 Evden çıkarken buldu kendini. Yine dalgınlığına esir düşmüş ve bir an hayattan kopup uzaklaşmıştı. Son zamanlarda bunun sık sık yaşanması canını sıkıyordu. Şimdi ise karnı ağrıyor ve bunu unutması gerekiyordu. Evden çıkmadan önce boy aynasından kendini tartmak, ayakkabıları önce sağ ayağına giymek ya da  tırnaklarını keserken mutlaka serçe parmağından başlamak  gibi çeşitli obsesyonları vardı. Dışarıda geçireceği saatlerin farklı karakterlere bürünmemesi için mutlaka aklının o an onunla olması gerekiyordu. Dış kapıya vardığında az sonra dışarda soğuğa karşı bir savaş vereceğini bildiğinden, kapıyı açmadan önce derin bir nefes aldı. Dış kapıdan çıkıp sola saptı. Hava biraz yumuşamış gibiydi. Bu şehirde bir yılını geçirmiş herkes gibi o da, üşümenin çok üşümekten daha kabul edilebilir bir şey olduğunu biliyordu. Üşümenin takvimi olmazdı buralarda. Sokaklar yılın sadece 2 ayında çocukları kucaklıyordu. O iki ayda bacalar dumanları mangallara devrediyor, kara asfaltlar hak ettiği mertebelere çıkıyor, üstüne kata kata buzdağına dönen sokak çeşmeleri kendi mütevazı hayatlarına dönüyor ve saçak altları özgürlüklerine kavuşuyordu. Bütün ömrü burada geçmiş amcalar, dayılar, teyzeler falanlar filanlar 60 yılının ellisini kış aylarının getirdiği soğuklara, bitmek bilmeyen karlara hatta her an kayıp düşmelere karşı mücadeleye veriyordu. Geçmişte binlerce mücadelenin yazıldığı yerlerde bizler hala geçmişteki mücadeleleri yad ediyor ve hala günümüzdeki mücadeleleri görmüyorduk. Bütün mücadelelerin hatırına yılın yağan ilk karında çıkıp saygı duruşu yapmak çok zor olmazdı mesela. Bir şeylere gücümüz yetmiyor diye saygımızı da mı esirgiyorduk? Bazen de hayatı uç noktalarda yaşıyordu. Girdiği her sokakta bir hikaye yetiştiriyordu. Sokaklarda yazdığı hikayelerde insanlara yer vermek istemiyordu. Çoğu zaman, İnsanların nefretiyle yıprattığı, düşüncesizlikleriyle boyunlarını büktüğü, bütün pisliklerine seyirci kalmak zorunda olan, koca dertleri içinde barındıran ağaçları, kaldırım taşlarını, çöp kutularını, patlak topları, kırık camları, düşürülmüş madeni paraları, paslanmış kapıları hikayesinin ana karakteri olarak kullanırdı. Bulunduğu sokakta saklanan dertleri, kırgınlıkları, ayrılıkları, ağızlardan kaçan öfkeleri ve asla çıkmayan pişmanlıkları ve falanları ve filanları yazar, çizer, besteler ve çalardı. Bunlar işte, falanlar filanlar uzaklaştırıyordu onu hayattan.24 saat onun için bir günü temsil etmeye yetmiyordu. 24 saati bazen sabahtan öğlene kadar yaşar, bazen daha kahvaltıdayken tüketir bazen de üç günde bitiremezdi. 2 dünyası vardı onun ve diğer dünyada yaşadığı zamanlarda bu dünyadaki zamanın kıymeti kalmıyordu. Onun için dünyaya mal olmuş bütün eserler kıymetliydi ve bu eserleri tekrar tekrar yazmayı, çizmeyi ya da bestelemeyi severdi. Son zamanlarda yazdığı, çizdiği, bestelediği bir eserini ilk defa seslendirmeye başlamıştı. Bu eser, geçmişteki tüm eserleri silmişti. Bu eseri söylemeye başladığı zamandan beri kopmalar daha sık ve daha uzun olmaya başlamış ve geri dönüşlerde bir parçasını orda unutma alışkanlığı edinmişti. Rutin hayatı bunlardan ibaretti. Falanlar, filanlar, besteler, yazmalar, çizmeler ve son eseri... 

Okula gitmek için sabah uyanıp gözlerini ovmasından bu yana üzerine sinen sersemletici paranoyaklığı, ısrarla taşımaya devam ediyordu. Böyle durumlarda sıklıkla yaptığı şey zamana meydan okumak olurdu. Eczane 15 dakikalık yürüme uzaklığındaysa oraya varması için 16. Dakikaya ihtiyaç duymamalıydı. Tıpkı şu anda saatin dört dilimine karakter kazandırması gibi, şu ana kadar yaşadığı hayatının büyük bölümünde zamanla yarışır ve zamana amaçları türünden karakterler kazandırırdı. Çıkalı henüz bir dakika olmuştu. Sokaklar, arada bir geçen araba seslerini saymazsak, sadece rüzgarın hafif uğultusuyla yankılanıyordu. Tenha, soğuk, taşlarının beyazlar altında kaybolduğu ve büyük bir kısmı kaygan buzla kaplanmış dar bir kaldırım üzerinde  yokuş aşağı bir yol izliyordu. Gidişine 15 dakika biçmişti ama  dönüşüne daha fazla zaman vermeliydi. Hedeflediği yere hedeflediği sürede varması için adımlarını sıklaştırdı. Zaten kavisli olan kaşlarını daha da büktü, alnındaki çizgileri ortaya çıkarıp dudaklarını sıkı sıkı kapayarak bütün dikkatini amacına devretti. Bu anları sık sık yaşardı ve onu amacından uzaklaştırmak mümkünsüz kalırdı. Bu yüz ifadesinin tarihsel geçmişinde ateşin bulunması, matbaanın üretilmesi, ampulün, televizyonun, bilgisayarın, tekerleğin, arabanın ve  falan filanın üretilmesi yatıyordu. Bu iradeyi son zamanlarda sadece bir şey zedelemeye başlamıştı. Gözlerini her kapatışında gördüğü ve her açışında görmeyi umduğu Selma, onu bütün amaçlarından, bütün hayallerinden, işlerinden, meşguliyetlerinden, hatta öteki bütün düşüncelerinden koparan, olmadık zamanlarda olmadık yerlerde uğrayan bir meşguliyet olmuştu. Belki de bu güne kadar aynı sebepler dünyayı binlerce icattan mahrum bırakmıştı.  Ona kendisini ve yaşadığı anı unutturan meşguliyetlerin büyük bir kısmını Selma kapsıyordu artık. Hatta son zamanlarda beyninin içinde geçirdiği zamanın tamamında Selma ile meşgul oluyor, onunla vakit geçiriyor, bütün hobilerini onunla yaşıyor, onu düşündüğü zamanları daha sağlıklı zamanlar olarak nitelendiriyordu. Alnındaki kırışıklıklar yavaş yavaş açılıp çatık kaşları eski kavsine döndü. Geçenlerde aklı yine olmadık zamanda olmadık yerde olmadık meşguliyetlerle mücadele içerisindeyken Selma’yla göz göze gelmiş, öteki dünyadan koparılıp gerçek dünyaya gelişinin bu aniliği karşısında ne yapacağını şaşırmış, önce afallamış, sonra heyecanlanmış ve sonra utanmıştı. Geçen haftadan beri Selma’yı sadece bir kere görmüş ve onu her düşündüğünde de o haliyle karşısına oturtup saatlerce muhabbet etmişti. Her geçen gün Selma’nın hakkında yeni yeni şeyler hatırlıyor ve onu fark etmediğini düşündüğü zamanlardan bile bilinçaltından binlerce görüntü çıkarabiliyordu. Bu yeni dünya onun için çok büyüktü. Üzerindeki sarı renkli hırkadan birkaç tane tel tokasına kadar her şeyiyle hayallerine kazımış, onunla olan meşguliyetlerinde gerçekçi vakitler geçirmekten mutluluk duyuyordu. 

Nereye gittiğini, nerde olduğunu ve ne yapacağını unutmuş bir vaziyette çevresinden bihaber dalgın dalgın yürüyor ve bazen kendi kendine konuşuyordu. Böyle zamanlarda Selma büyür ve onun dünyası olurdu. O dünyada cahil ve yapayalnız bir gezgin gibi keşiflere çıkıyordu.  Bugüne kadar bu dünyaya diktiği en büyük fidan, onu sevdiğini kendisine itiraf etmesiydi. Selma’nın saçlarını bir nehire benzetirdi. Gözlerini ormanlara, dişlerini bulutlara, gülüşünü serçelere... Bir ara onu gülerken gördüğünü ve gamzesinin olmadığını anımsar gibi oldu. Bu durum gamzesi olan herkeste kusur bulması için yeterli bir sebepti. 5 dakika doluyordu. Zaman kimseye aldırış etmeden akmaya devam ediyordu. Zamana aldırış etmeyenler de vardı tabi. Selma’yla göz göze geldiğinde yaşadığı  heyecanlarla, kalp çarpıntılarıyla, oynak tansiyonuyla vücudunun herhangi bir sistemi bir gün  sekteye uğrasa “Bu genç yaşında...” diye başlayan taziyelerin altındaki Selma’yı kimse bilmeyecekti. Çoğu zaman onu rahatsız ettiğini düşünüyor ve bu düşünceler onu Selma’dan uzak tutuyordu. 7 dakika dolmuştu. Bir sigara yakmayı düşündüğü anda 3 sokak önce dönmüş olması gerektiğini fark etti. Canı sıkıldı, sinirlendi. Soğuk bir rüzgar sinirinin anlamsızlığını ona hatırlattı. Sigarasından dumanlanırken seri adımlarla kaybettiği vaktin telafisi için uğraşmaya başladı. 3 sokağı arşınlayıp doğru sokağa saptı. İlerdeki bakkaldan sola dönecek, birinci değil ikinci değil üçüncü binanın altındaki eczaneye varacaktı. Bu şehre ilk geldiğinde arkadaşı eczaneyi öyle tarif etmişti. Birinci değil ikinci değil üçüncü diye yineledi. Alışkanlık, kelime israfını legalleştirmişti. Olsundu. Bu dünyada yaşıyorsa kurallarına uyacaktı. 
12. dakikayı doldurmuştu. Akrep ve yelkovanın ters giden işlere heyecan katmak için yavaşlamamak adına inatlarının üzerinde ekmek kıracaktı artık. Yine de hedefi çok uzaklarda değildi. 15. dakika gelmeden o eczaneye varmış olacaktı. Selma aklını meşgul etmese şu anda eczanede soluklanıyordu bile. Gerçi Selma’yı düşünmeyecekse eczaneye gitmesinin ne anlamı vardı. Gözler sadece görmek için değil aynı zamanda kaydetmek için de vardı. Mesela beyazın ona ne kadar yakıştığını unutması mümkünsüzdü. Ya da otururken sağ ayağını sol ayağının bir adım önünde tutmasını unutmamalıydı. 14. dakikadaydı. Birinci değil ikinci binanın altındaki bakkala varmıştı. Üçüncü binada eczane yatıyordu. Yüzündeki amaç gurura bulanmaya başladı. Gözlerine hakim olup da bakkala doğru yönelmesini engelleseydi başarılı olacaktı. Kalbi yine ritimsizleşiyordu. Rüyalarına giren balıklardan nehirlerden çiçeklerden böceklerden beklenmedik darbeler alıyor gibiydi. Selma vardı bakkalda, sağ elinde  hafif olduğunu anlatan küçük sarı bir poşet vardı. Sol  elinde ise başka bir el taşıyordu. Bu çok ağırdı. Hatta çok çok ağırdı. İki elin sesinin olmayacağı bir sessizlik yaşanıyordu. Korkutucu bir sessizlik ve bir saniye... Akrep ve yelkovanın bile korkudan beklediği zamanlardandı. Afalladı. Şaşırdı. Sinirlendi. Üşüdü. Yürümeye devam etti. 
Birinci değil ikinci değil üçüncü binaya varmıştı. Eczanenin kapısını itelerken 18. Dakika doluyordu. Bu zaman muhabbeti umurunun dışında kalmıştı. Gözleri yerini kapkara bir hüsrana bırakmıştı. Olmadık zamanlarda kafasını kurcalayan bir meşguliyet doğuyordu. Ölümü geçiriyordu kafasından. Ölümün ne kadar da sert bir gerçek olduğunu görüyordu. Yaşayan bir şeyin yok olmasını kavrayabilmek bu kadar güç bir durumken bir şeyin yoktan var olmasını kavrayabilmek ne kadar da zor. Ölüm, düşündükçe onu içine çeken bir boşluk gibiydi. Dipsiz bir kuyu gibi, susadıkça çareyi onda arayanın içinde kaybolduğu metruk bir kuyu. Bakracı atan susuz kalıyor. Ölümü düşünmek onu korkutuyor ve korktukça ölümü düşünüyordu. Onu düşündükçe aklına Ingeborg Bachmann'ın "Ben ölümü düşünmek gibiyim." dizesi geliyordu. Sevgili Bachmann insan berrak  bir bilmece olabilir miydi? Sevgili Bachmann ne demek istiyorsunuz? 
Lisede fizik dersinden hatırladığı şöyle bir şey vardı: "Uzay boşluğunda başınızı bir tarafa çevirebilmeniz için gövdenizi de diğer tarafa doğru çevirmelisiniz." Bu boşlukta çırpınan sadece o değildi. Gövdesini diğer tarafa çevirdiğinde binlerce gözle karşılaşıyordu. Her şeyi içine çeken bir kara delikti, sevgili ölüm. Reçeteyi uzattı, ilaçları aldı ve dışarı çıktı. Elindeki ilaçlara bakarken intihar etmek isteyip istemediğini sorguluyordu. İlaç içmek en masum intihar yöntemiydi. Uçurumun kenarına kadar gidip atlama cesareti gösteremezdi. Ya da şakağına doğrulttuğu namluyu ateşleyecek yürek yoktu onda. Ama eline aldığı bir avuç ilacı içmek için cesarete ihtiyaç duymuyordu. Tek hamlede ağzına doldurup yutmaya çalıştı hepsini. Bir kısmını ıskaladı, onlar da intiharının sadakası olsundu. Ölmeyi beklerken, ölümün aslında bir yerlerde bizi sürekli aradığını düşünüyordu. Her an sobelenebileceğimizi, Azrail’in gelip vaktimizin dolduğunu söylediğini, son nefesini... Acaba kaç saniye, saat, dakika sürecekti son nefes ve bu dünyaya bıraktığı son düşünce ne olacaktı? Mutsuzdu. Hatta çok mutsuzdu. Karnı daha çok ağrımaya başladı. Hiç bıçak darbesi yememişti ama sanki bıçaklar saplanıyordu karnına. Buzun üzerinde sırt üstü  uzanmış bir o yana bir bu yana kıvranırken gözlerini açıverdi. 
Gördüğü rüyanın etkisiyle sudan çıkmış balığa dönmüştü. Tek gerçek kısmı karnının ağrımasıydı. Ve gözlerini kapatıp açması arasında geçen 15 dakika... Kabusun etkisi henüz geçmemişti ve ağrısının şiddeti azalmak yerine artmaya yöneliyordu. Dayanılmaz bir noktaya gelmesini beklemeyecekti. Kapıya vardı, ayakkabısını giymeden önce aynadan kendine baktı. Ölü bir adamın beyazlığı okunuyordu yüzünde. Kendi ölümünü izlemek mi onu korkutmuştu yoksa Selma’nın sol elindeki ağırlık mı, bilemedi. Kendine kıyabildiği kadar sert iki tokat savurdu. Ayakkabılarını aldı, önce sol ayağına sonra da sağ ayağına giydi. Dış kapıya vardı. Kapıyı açtı ve sola saptı. 

M. SAİD ASLANLI