Henüz okuldan dönmüştü. Halsiz ve yorgun bir adamın surat ifadesini taşıyordu üzerinde. Dışarının keskin ayazından korkmasa koşa koşa eczaneye gider, acısını dindirecek dermanını alır ve rahatlardı. Ama hava çok soğuktu. Hatta çok çok soğuktu. Aklı başında bir insanı, önemli bir işi çıkmadığı sürece evde tutan soğuklar bu şehre uğramaya başlamıştı. Arada bir karnındaki çatışmalar nüksediyor ve her geçen çatışmada beli biraz daha bükülüyordu. Baş ağrısının da yavaş yavaş geliyor oluşunu düşününce eczaneye gidip ilaçlarını alması gerektiğine karar verdi. Ağrısı geçene kadar bekleyip çıkacaktı. Her an bir yeri kopacakmış gibi eğri büğrü ama çokça dikkatli bir şekilde önündeki koltuğa oturup beklemeye başladı. Olmadık zamanlarda kafasını kurcalayan, en yoğun anlarında onu işinden alıkoyup saatlerce kendisine çeken ve ona etrafını hatta geçmişini hatta geleceğini unutturan meşguliyetlerin, beynini kemiren binlerce iç muhasebenin biri şuan buraya uğrasaydı bütün bu ağrıları daha kolay atlatacaktı. Aslında düşünmesi için bir sebebe ya da bir olaya ihtiyacı yoktu. Mesela dün eve varmak için nefes almaktan vazgeçip bindiği dolmuşta hayatta kalma mücadelesi verirken şairlerin varoluş sebebini merak etmişti. İnsanların şiirlere ihtiyaç duymalarını; şarkılara resimlere, filmlere ya da tiyatrolara... Sanatın klasikleşen amacını düşünüyordu. Acaba yaşamanın ince ayrıntılarını keşfetmeye çalışan insanlar olmasaydı bugün yine sağlıklı bir yaşam için düzenli hobileri tavsiye edecek miydik? Bizim bugünümüzü bugün yapan kaç milyon kişiye minnet borçluyuz? Acaba kıyamete kadar kaç kişi bize borçlanacaktı? Ama dediğimiz gibi ona kendisini bile unutturan bu düşünceler, her gün düzenli bir şekilde zamansız uğramayı sürdürüyordu. Biraz dişlerini sıkarak, yavaş hareketlerle önce sağ sonra sol ayağını sehpaya uzatıp derinden bir nefes verdi ve dinlenmeye devam etti.
Evden çıkarken buldu kendini. Yine dalgınlığına esir düşmüş ve bir an hayattan kopup uzaklaşmıştı. Son zamanlarda bunun sık sık yaşanması canını sıkıyordu. Şimdi ise karnı ağrıyor ve bunu unutması gerekiyordu. Evden çıkmadan önce boy aynasından kendini tartmak, ayakkabıları önce sağ ayağına giymek ya da tırnaklarını keserken mutlaka serçe parmağından başlamak gibi çeşitli obsesyonları vardı. Dışarıda geçireceği saatlerin farklı karakterlere bürünmemesi için mutlaka aklının o an onunla olması gerekiyordu. Dış kapıya vardığında az sonra dışarda soğuğa karşı bir savaş vereceğini bildiğinden, kapıyı açmadan önce derin bir nefes aldı. Dış kapıdan çıkıp sola saptı. Hava biraz yumuşamış gibiydi. Bu şehirde bir yılını geçirmiş herkes gibi o da, üşümenin çok üşümekten daha kabul edilebilir bir şey olduğunu biliyordu. Üşümenin takvimi olmazdı buralarda. Sokaklar yılın sadece 2 ayında çocukları kucaklıyordu. O iki ayda bacalar dumanları mangallara devrediyor, kara asfaltlar hak ettiği mertebelere çıkıyor, üstüne kata kata buzdağına dönen sokak çeşmeleri kendi mütevazı hayatlarına dönüyor ve saçak altları özgürlüklerine kavuşuyordu. Bütün ömrü burada geçmiş amcalar, dayılar, teyzeler falanlar filanlar 60 yılının ellisini kış aylarının getirdiği soğuklara, bitmek bilmeyen karlara hatta her an kayıp düşmelere karşı mücadeleye veriyordu. Geçmişte binlerce mücadelenin yazıldığı yerlerde bizler hala geçmişteki mücadeleleri yad ediyor ve hala günümüzdeki mücadeleleri görmüyorduk. Bütün mücadelelerin hatırına yılın yağan ilk karında çıkıp saygı duruşu yapmak çok zor olmazdı mesela. Bir şeylere gücümüz yetmiyor diye saygımızı da mı esirgiyorduk? Bazen de hayatı uç noktalarda yaşıyordu. Girdiği her sokakta bir hikaye yetiştiriyordu. Sokaklarda yazdığı hikayelerde insanlara yer vermek istemiyordu. Çoğu zaman, İnsanların nefretiyle yıprattığı, düşüncesizlikleriyle boyunlarını büktüğü, bütün pisliklerine seyirci kalmak zorunda olan, koca dertleri içinde barındıran ağaçları, kaldırım taşlarını, çöp kutularını, patlak topları, kırık camları, düşürülmüş madeni paraları, paslanmış kapıları hikayesinin ana karakteri olarak kullanırdı. Bulunduğu sokakta saklanan dertleri, kırgınlıkları, ayrılıkları, ağızlardan kaçan öfkeleri ve asla çıkmayan pişmanlıkları ve falanları ve filanları yazar, çizer, besteler ve çalardı. Bunlar işte, falanlar filanlar uzaklaştırıyordu onu hayattan.24 saat onun için bir günü temsil etmeye yetmiyordu. 24 saati bazen sabahtan öğlene kadar yaşar, bazen daha kahvaltıdayken tüketir bazen de üç günde bitiremezdi. 2 dünyası vardı onun ve diğer dünyada yaşadığı zamanlarda bu dünyadaki zamanın kıymeti kalmıyordu. Onun için dünyaya mal olmuş bütün eserler kıymetliydi ve bu eserleri tekrar tekrar yazmayı, çizmeyi ya da bestelemeyi severdi. Son zamanlarda yazdığı, çizdiği, bestelediği bir eserini ilk defa seslendirmeye başlamıştı. Bu eser, geçmişteki tüm eserleri silmişti. Bu eseri söylemeye başladığı zamandan beri kopmalar daha sık ve daha uzun olmaya başlamış ve geri dönüşlerde bir parçasını orda unutma alışkanlığı edinmişti. Rutin hayatı bunlardan ibaretti. Falanlar, filanlar, besteler, yazmalar, çizmeler ve son eseri...
Okula gitmek için sabah uyanıp gözlerini ovmasından bu yana üzerine sinen sersemletici paranoyaklığı, ısrarla taşımaya devam ediyordu. Böyle durumlarda sıklıkla yaptığı şey zamana meydan okumak olurdu. Eczane 15 dakikalık yürüme uzaklığındaysa oraya varması için 16. Dakikaya ihtiyaç duymamalıydı. Tıpkı şu anda saatin dört dilimine karakter kazandırması gibi, şu ana kadar yaşadığı hayatının büyük bölümünde zamanla yarışır ve zamana amaçları türünden karakterler kazandırırdı. Çıkalı henüz bir dakika olmuştu. Sokaklar, arada bir geçen araba seslerini saymazsak, sadece rüzgarın hafif uğultusuyla yankılanıyordu. Tenha, soğuk, taşlarının beyazlar altında kaybolduğu ve büyük bir kısmı kaygan buzla kaplanmış dar bir kaldırım üzerinde yokuş aşağı bir yol izliyordu. Gidişine 15 dakika biçmişti ama dönüşüne daha fazla zaman vermeliydi. Hedeflediği yere hedeflediği sürede varması için adımlarını sıklaştırdı. Zaten kavisli olan kaşlarını daha da büktü, alnındaki çizgileri ortaya çıkarıp dudaklarını sıkı sıkı kapayarak bütün dikkatini amacına devretti. Bu anları sık sık yaşardı ve onu amacından uzaklaştırmak mümkünsüz kalırdı. Bu yüz ifadesinin tarihsel geçmişinde ateşin bulunması, matbaanın üretilmesi, ampulün, televizyonun, bilgisayarın, tekerleğin, arabanın ve falan filanın üretilmesi yatıyordu. Bu iradeyi son zamanlarda sadece bir şey zedelemeye başlamıştı. Gözlerini her kapatışında gördüğü ve her açışında görmeyi umduğu Selma, onu bütün amaçlarından, bütün hayallerinden, işlerinden, meşguliyetlerinden, hatta öteki bütün düşüncelerinden koparan, olmadık zamanlarda olmadık yerlerde uğrayan bir meşguliyet olmuştu. Belki de bu güne kadar aynı sebepler dünyayı binlerce icattan mahrum bırakmıştı. Ona kendisini ve yaşadığı anı unutturan meşguliyetlerin büyük bir kısmını Selma kapsıyordu artık. Hatta son zamanlarda beyninin içinde geçirdiği zamanın tamamında Selma ile meşgul oluyor, onunla vakit geçiriyor, bütün hobilerini onunla yaşıyor, onu düşündüğü zamanları daha sağlıklı zamanlar olarak nitelendiriyordu. Alnındaki kırışıklıklar yavaş yavaş açılıp çatık kaşları eski kavsine döndü. Geçenlerde aklı yine olmadık zamanda olmadık yerde olmadık meşguliyetlerle mücadele içerisindeyken Selma’yla göz göze gelmiş, öteki dünyadan koparılıp gerçek dünyaya gelişinin bu aniliği karşısında ne yapacağını şaşırmış, önce afallamış, sonra heyecanlanmış ve sonra utanmıştı. Geçen haftadan beri Selma’yı sadece bir kere görmüş ve onu her düşündüğünde de o haliyle karşısına oturtup saatlerce muhabbet etmişti. Her geçen gün Selma’nın hakkında yeni yeni şeyler hatırlıyor ve onu fark etmediğini düşündüğü zamanlardan bile bilinçaltından binlerce görüntü çıkarabiliyordu. Bu yeni dünya onun için çok büyüktü. Üzerindeki sarı renkli hırkadan birkaç tane tel tokasına kadar her şeyiyle hayallerine kazımış, onunla olan meşguliyetlerinde gerçekçi vakitler geçirmekten mutluluk duyuyordu.
Nereye gittiğini, nerde olduğunu ve ne yapacağını unutmuş bir vaziyette çevresinden bihaber dalgın dalgın yürüyor ve bazen kendi kendine konuşuyordu. Böyle zamanlarda Selma büyür ve onun dünyası olurdu. O dünyada cahil ve yapayalnız bir gezgin gibi keşiflere çıkıyordu. Bugüne kadar bu dünyaya diktiği en büyük fidan, onu sevdiğini kendisine itiraf etmesiydi. Selma’nın saçlarını bir nehire benzetirdi. Gözlerini ormanlara, dişlerini bulutlara, gülüşünü serçelere... Bir ara onu gülerken gördüğünü ve gamzesinin olmadığını anımsar gibi oldu. Bu durum gamzesi olan herkeste kusur bulması için yeterli bir sebepti. 5 dakika doluyordu. Zaman kimseye aldırış etmeden akmaya devam ediyordu. Zamana aldırış etmeyenler de vardı tabi. Selma’yla göz göze geldiğinde yaşadığı heyecanlarla, kalp çarpıntılarıyla, oynak tansiyonuyla vücudunun herhangi bir sistemi bir gün sekteye uğrasa “Bu genç yaşında...” diye başlayan taziyelerin altındaki Selma’yı kimse bilmeyecekti. Çoğu zaman onu rahatsız ettiğini düşünüyor ve bu düşünceler onu Selma’dan uzak tutuyordu. 7 dakika dolmuştu. Bir sigara yakmayı düşündüğü anda 3 sokak önce dönmüş olması gerektiğini fark etti. Canı sıkıldı, sinirlendi. Soğuk bir rüzgar sinirinin anlamsızlığını ona hatırlattı. Sigarasından dumanlanırken seri adımlarla kaybettiği vaktin telafisi için uğraşmaya başladı. 3 sokağı arşınlayıp doğru sokağa saptı. İlerdeki bakkaldan sola dönecek, birinci değil ikinci değil üçüncü binanın altındaki eczaneye varacaktı. Bu şehre ilk geldiğinde arkadaşı eczaneyi öyle tarif etmişti. Birinci değil ikinci değil üçüncü diye yineledi. Alışkanlık, kelime israfını legalleştirmişti. Olsundu. Bu dünyada yaşıyorsa kurallarına uyacaktı.
12. dakikayı doldurmuştu. Akrep ve yelkovanın ters giden işlere heyecan katmak için yavaşlamamak adına inatlarının üzerinde ekmek kıracaktı artık. Yine de hedefi çok uzaklarda değildi. 15. dakika gelmeden o eczaneye varmış olacaktı. Selma aklını meşgul etmese şu anda eczanede soluklanıyordu bile. Gerçi Selma’yı düşünmeyecekse eczaneye gitmesinin ne anlamı vardı. Gözler sadece görmek için değil aynı zamanda kaydetmek için de vardı. Mesela beyazın ona ne kadar yakıştığını unutması mümkünsüzdü. Ya da otururken sağ ayağını sol ayağının bir adım önünde tutmasını unutmamalıydı. 14. dakikadaydı. Birinci değil ikinci binanın altındaki bakkala varmıştı. Üçüncü binada eczane yatıyordu. Yüzündeki amaç gurura bulanmaya başladı. Gözlerine hakim olup da bakkala doğru yönelmesini engelleseydi başarılı olacaktı. Kalbi yine ritimsizleşiyordu. Rüyalarına giren balıklardan nehirlerden çiçeklerden böceklerden beklenmedik darbeler alıyor gibiydi. Selma vardı bakkalda, sağ elinde hafif olduğunu anlatan küçük sarı bir poşet vardı. Sol elinde ise başka bir el taşıyordu. Bu çok ağırdı. Hatta çok çok ağırdı. İki elin sesinin olmayacağı bir sessizlik yaşanıyordu. Korkutucu bir sessizlik ve bir saniye... Akrep ve yelkovanın bile korkudan beklediği zamanlardandı. Afalladı. Şaşırdı. Sinirlendi. Üşüdü. Yürümeye devam etti.
Birinci değil ikinci değil üçüncü binaya varmıştı. Eczanenin kapısını itelerken 18. Dakika doluyordu. Bu zaman muhabbeti umurunun dışında kalmıştı. Gözleri yerini kapkara bir hüsrana bırakmıştı. Olmadık zamanlarda kafasını kurcalayan bir meşguliyet doğuyordu. Ölümü geçiriyordu kafasından. Ölümün ne kadar da sert bir gerçek olduğunu görüyordu. Yaşayan bir şeyin yok olmasını kavrayabilmek bu kadar güç bir durumken bir şeyin yoktan var olmasını kavrayabilmek ne kadar da zor. Ölüm, düşündükçe onu içine çeken bir boşluk gibiydi. Dipsiz bir kuyu gibi, susadıkça çareyi onda arayanın içinde kaybolduğu metruk bir kuyu. Bakracı atan susuz kalıyor. Ölümü düşünmek onu korkutuyor ve korktukça ölümü düşünüyordu. Onu düşündükçe aklına Ingeborg Bachmann'ın "Ben ölümü düşünmek gibiyim." dizesi geliyordu. Sevgili Bachmann insan berrak bir bilmece olabilir miydi? Sevgili Bachmann ne demek istiyorsunuz?
Lisede fizik dersinden hatırladığı şöyle bir şey vardı: "Uzay boşluğunda başınızı bir tarafa çevirebilmeniz için gövdenizi de diğer tarafa doğru çevirmelisiniz." Bu boşlukta çırpınan sadece o değildi. Gövdesini diğer tarafa çevirdiğinde binlerce gözle karşılaşıyordu. Her şeyi içine çeken bir kara delikti, sevgili ölüm. Reçeteyi uzattı, ilaçları aldı ve dışarı çıktı. Elindeki ilaçlara bakarken intihar etmek isteyip istemediğini sorguluyordu. İlaç içmek en masum intihar yöntemiydi. Uçurumun kenarına kadar gidip atlama cesareti gösteremezdi. Ya da şakağına doğrulttuğu namluyu ateşleyecek yürek yoktu onda. Ama eline aldığı bir avuç ilacı içmek için cesarete ihtiyaç duymuyordu. Tek hamlede ağzına doldurup yutmaya çalıştı hepsini. Bir kısmını ıskaladı, onlar da intiharının sadakası olsundu. Ölmeyi beklerken, ölümün aslında bir yerlerde bizi sürekli aradığını düşünüyordu. Her an sobelenebileceğimizi, Azrail’in gelip vaktimizin dolduğunu söylediğini, son nefesini... Acaba kaç saniye, saat, dakika sürecekti son nefes ve bu dünyaya bıraktığı son düşünce ne olacaktı? Mutsuzdu. Hatta çok mutsuzdu. Karnı daha çok ağrımaya başladı. Hiç bıçak darbesi yememişti ama sanki bıçaklar saplanıyordu karnına. Buzun üzerinde sırt üstü uzanmış bir o yana bir bu yana kıvranırken gözlerini açıverdi.
Gördüğü rüyanın etkisiyle sudan çıkmış balığa dönmüştü. Tek gerçek kısmı karnının ağrımasıydı. Ve gözlerini kapatıp açması arasında geçen 15 dakika... Kabusun etkisi henüz geçmemişti ve ağrısının şiddeti azalmak yerine artmaya yöneliyordu. Dayanılmaz bir noktaya gelmesini beklemeyecekti. Kapıya vardı, ayakkabısını giymeden önce aynadan kendine baktı. Ölü bir adamın beyazlığı okunuyordu yüzünde. Kendi ölümünü izlemek mi onu korkutmuştu yoksa Selma’nın sol elindeki ağırlık mı, bilemedi. Kendine kıyabildiği kadar sert iki tokat savurdu. Ayakkabılarını aldı, önce sol ayağına sonra da sağ ayağına giydi. Dış kapıya vardı. Kapıyı açtı ve sola saptı.
M. SAİD ASLANLI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder