Sema, önünde duran mektuba bakarken sorgulamaya başlamıştı; geleceği, zamanı, mekânı, mutluluğu, kederi, doğduğu günü, öleceği günü… Aykut’u defnetmelerinin üzerinden iki hafta geçmiş olmasına rağmen her baktığında, masa lambasının dibinde elindeki kalemle teksir kâğıtlarını karalarken görecek gibi oluyordu. Arada bir gerçeğin donuk görüntüsü yüzüne esiyor ve Aykut’un son kelimelerinin önündeki mektupta beklediğini fark edip ürperiyordu. Mektuba her dokunduğunda içinde barınan hüzünlü kelimeler ruhuna sirayet ediyordu. Kaybetmenin burukluğuyla mektubu açıp okumaya başladı. Özenle katlanmış, biraz da buruşmuş bir teksir kâğıdı geldi eline. Aykut’un yazısını görür görmez dolan gözlerini biri görecekmiş gibi gizlemeye çalıştı boş odalardan. Aykut’tan kalan son hatıra “Merhaba Sevgilim” ile başlıyordu. Her harfi inanarak yazılmış, her boşluk nizami bir mesafeyle bırakılmış, her kelime nakış gibi işlenmişti mektuba. Ayrılık mektuplarını okumanın en zor yanı “Merhaba” ile başlayan cümlelerin aslında bir elveda olmasıydı.
“Merhaba Sevgilim
Şimdi sen bu kelimeleri irdelerken ben kaf dağının ardında düşünmekten salıverilmiş bir gezgin gibi kırlangıçlara karışarak uçuyor olacağım. Sana bıraktığım mektuptaki birkaç kelime, en değerli hazinem, düşünmekle başlayan hayatımın başını ve sonunu anlatacak. Ölümüme masamın üzerindeki birkaç kağıdın arasında kırışmış nedenler bulacaksın. Yaşamanın ne demek olduğunu bana ilmek ilmek öğreten kalemlerin aslında beni ölüme nasıl hazırladığını göreceksin. Kalemler ince uzun bir labirenttir sevgilim, güllerle serpilmiş dikenli yollardan geçirir insanı.”
Sema okuduğu her kelimede duraksayıp hatırlattığı anıları boğazına düğümlüyordu. Her şey parkta kitap okurken arada bir bakışlarını gökyüzüne çevirip hırıltılı nefesler veren Aykut’u görmesiyle başlamıştı. Tam karşısında oturmuş onu incelerken Aykut’un onu bir kez dahi fark etmemesi biraz heyecan, biraz merak ve çokça ilgisini çekmişti. Orta boylu, ortalama kilolu ve ortalama bir giyim kuşamla elindeki kitabı okuyor, kitabın karakterleri sohbet ediyor ya da kavga ediyordu. Aykut’a her baktığında farklı kişilerle karşılaşıyordu. Bazen iş adamı, bazen muhabir, bazen sanatçı, bazen de üniversite talebesi… Bir kitabı okumanın ayrıntılı dersini veriyordu adeta. “Kitabın iyiliği okunmasındandır.” demişti Umberto Eco, “Onu okuyan gözler olmazsa, bir kitap kavramlar üretmeyen imler taşır; bu nedenle de dilsizdirler.” Aykut kekeme kitapların doktoruydu bu haliyle. Bir müddet sonra aniden kitabı kapatıp yürümeye başladı. Bazı adımları yorgun, bazı adımları güçlü ve bazı adımları kararsızdı. Belki de Sema gözlerinin hakimiyetini kaybediyordu. Aykut’u yalvaçsı bir esinti takip etmiş ve bu esinti Sema’nın iliklerine kadar işlenmişti.
Birkaç yorgun geceden, uykusuz sabahtan ve kızarmış gözlerden sonra sağlıklı düşünebildiği anlarda, önüne serilen yolun bir kıyısında Aykut’a rast geleceğine inanıyordu. Hatta biliyordu. Bu inancın ektiği tohumlar iki kişilik hayata hazırlıyordu onu. Sema iki kişilik düzeninde yaşarken Aykut’u olması gereken vakitte, olması gereken kıyıdan, olması gereken şekliyle alıp olması gereken yerine oturtacaktı. Aykut’un “Merhaba Sevgilim” diyerek başlaması için onlarca olayın, sorunun, gecenin, gündüzün, kederin, şenliğin gerçekleşmesi gerekiyordu. Sema bunun farkındaydı ve Aykut’un her merhabasına dünyaları sığdırıyordu. Ama şimdi okuduğu “Merhaba Sevgilim” kelimeleri her zamankinden farklı, ebediyetten uzanan bir selamdı. Başkaydı. Bambaşkaydı. Bir insanın son merhabası her zaman bambaşka olurdu.
“Düşünmekle başladığım hayatımın başını ve sonunu…” demişti Aykut, daha önce onlarca kez söylediği gibi. Düşünme eylemini hayatın miladına koymuştu. Aykut'a “Konuşmadığımız vakitlerde düşüncelere gömülüyoruz.” demişti bir ara. “Halbuki dünyada düşüne düşüne bitiremeyeceğimiz o kadar çok öfke, keder, göz yaşı, ağıt ve kayıp var ki... Bütün bunları hatta daha fazlasını hatta daha da fazlasını düşünürken yaşamaya vakit kalır mı? Yaşamak için aklımızı bir uçurumun kenarına hapsetmeliyiz. “ Aykut canlıları düşünebilen ve düşünemeyen canlılar olarak iki kategoriye ayırırdı. “Düşünmek önemli bir erdemdir Sema.” diyerek vereceği cevabına başlamıştı. “Bizler iki parantezin arasına sıkışmış insanlarız, aileleriz, mahalleleriz, toplumlarız, ülkeleriz, gezegenleriz... Bütün bu kavgalar, savaşlar, iç muhasebeleri; bütün bu toplantılar, dosyalar, ciddi adımlar, kritik noktalar; kalemler, kağıtlar, defterler, kitaplar, okullar, üniversiteler; futbol, basketbol, bilgisayar oyunları...İnsanlara düşünmeyi unutturan bütün bu çalışmalar, projeler, imtihanlar arasında noksanlıktan birazcık daha fazla düşünebilmek, büyük bir erdemdir. Beraber büyüdüğümüz, oyunlar oynadığımız, aynı okullarda eğitimler aldığımız insanlar öğretmen oldular, geleceğimizi onlara emanet ettik; polis oldular, uyurken ışıkları kapatmayı öğrendik; mühendis oldular, evlerimiz, arabalarımız, ilaçlarımız... Beraber büyüdüğümüz insanlar katil de oldular, hırsızlık da yaptılar. Ne yaptıysak Sema, hep beraber yaptık. İki parantezin arasında hep beraber yaşıyoruz ve bu iki parantez yedi milyar insana zimmetlenmiş. Ama bütün dünya bu paranteze fazladan bir koltuk sıkıştırmak için onlarca, yüzlerce, binlerce insanın oturacağı yerleri gasp etmeye çalışıyorlar. Her defasında yaşanan farklı trajediler aynı parmakların oynamalarıyla başlıyor. Savaşlar aynı ellerin alkışlamalarıyla patlıyor. Ölümler aynı gözlerin kırpılmasıyla artıyor. Kafamızı türlü icatlarla meşgul ediyorlar Sema. Düşünmenin unutulması için yüzlerce sebep veriyorlar elimize. Bazı gözlerin, bazı ellerin, bazı parmakların başlattığı onca şeyi bütün ellerin, bütün gözlerin, bütün parmakların birleşerek yok edeceği günleri hayal ediyorum.” Bütün düşünmeyi başaranlar adına söyleniyordu bu kelimeler. Sokrates’in, Kant’ın, Nietzche’nin, Fatih Sultan Mehmet’in, İbni Sina’nın, Mevlana’nın, Cahit Sıtkı’nın, Peyami Safa’nın, Dostoyevski’nin ve daha nicelerinin hayallerinin arka kapısı düşünmeye açılıyordu. Düşünmek büyük bir iradeye rast geldiğinde devirler değişir, çocuklar yetişir, dünyalar öğrenilir, hayaller gerçekleştirilir… Zayıf bir iradeyi kıskacına aldığında ise yeşeren bütün hayallerin tek bir çıkış kapısı olur. Düşünmek, düşünülebilenden daha tehlikeli bir oyun olabiliyor kendi sokaklarında. Ve belki de Aykut bu tehlikeli oyuna bir kıyıdan katılmıştı. Düşünebilenlerin bazıları geçmişte tutsak kalır, bazıları da gelecekte. Bazıları ise geçmişten ve gelecekten uzak kalır. İrade, bu zaman kavramları arasında köprü vazifesi üstlenir. Aykut’un köprüsü sallantılı bir kaderi seçmişti. Düşünmenin de bir ağırlığının olduğunu hesap edememişti belki de.
“14 yaşımda Suç ve Ceza okuyarak başlamıştım yaşamaya. Hizmetçisinin “Ne iş yapıyorsun?” sorusuna “Düşünüyorum.” Cevabını veriyordu Raskolnikov. İlk olarak düşünmenin ne kadar zor bir iş olduğunu anlatmaya çalıştığını anlayamamıştım. Raskolnikov’un tembelliğine vurgu yapıldığını düşünmüştüm. Halbuki birkaç kişinin aynı anda yürüyemeyeceği sokaklarda birkaç dünya insanın birlikte yürümeye çalışması gibi, soluksuz, rutubetli, evhamlı bir işi yapıyordu. Şüphesiz Dostoyevski de o sokaklardaydı. Belki de Raskolnikov’la kol kola yürüyüp onun kendi hikayesini anlatmasını bekliyordu. Sokağın çıkışını bulamadığım gecelerde derin bir irkilmeyle uyanıyordum. Birkaç dakikalık hırıltılı nefes alış verişiyle kendime gelebiliyordum. Düşünmeye başlamanın ağırlığına 14 yaşındaki bir çocuk güçsüzlüğüyle katlanıyordum.”
Sema Aykut’un Dostoyevski’ye olan hayranlığının ve Rasolnikov ile uzun yıllar süren dostluğunun ne kadar sağlam temeller üzerine oturtulmuş olduğunu defalarca görmüştü. Ama bir vedaya sığabilecek onlarca nedenin başlangıç noktasında onların varlığını beklemiyordu. “Düşünmenin ne kadar zor bir iş olduğunu anlatmaya çalıştığını anlayamamıştım.” demişti Aykut. Bu anlayamamanın ne kadar sürdüğünü kendisi de bilmiyordu. Ama Raskolnikov’un “Düşünüyorum.” Demesiyle başlamıştı düşünmeye. Geçen 14 yılın diriliğiyle ayakta kalmaya zorlanmıyordu. Düşünmenin ağırlığını tüm adalelerinde hissedene dek hayata efsunlu gözlerle bakıyordu. Bu ağırlık her geçen gün daha da artıyordu.
“Kitapları okumaya devam ettikçe umutsuzluğun, hakimiyetini yazarlara daha çok aksettirdiğini görüyordum. Her yazar aslında yazdığı kitaplar kadar, kitaplarındaki karakterler kadar yazarlaşıyordu. Çünkü her karakter kendi hikayesini yazıyordu. Her karakterden bir yazar doğuyor ve bir gövdeden uzana dallar gibi bir yazardan yazarlar çıkıyordu. Ve bütün yazarlar, ana karakterler, yardımcı karakterler hatta ağaçlar, evler, futbol topları, abaküsler falanlar filanlar umutsuzluk parantezinde birleşiyordu. Kendi kalemine umut yükleyemeyen onlarca insanın varlığı soğuk bir gerçek olarak yüzüme bulanıyor ve boğulmaya başlıyordum. Yazarlar karakterler yaratıyor ve bu karakterler kalemleri gasp ediyordu. Kalemlerden fırlayan gerçekler kederli hayatlar oluyordu.”
Aykut’un gerçeklere olan korkusunu Sema da zaman zaman hissediyordu. Ama onun içinde kopan fırtına tahmininden daha büyük yıkımlara yol açmıştı. Bazı hastalıklar insanlara şifa niyetine gelirmiş. Kekeme kitapların dili çözülmese belki de bu kağıtlar bu kelimelere kavuşamayacaktı. Belki de Sema iki ayağı çukurda olan bu masanın başında Aykut ile sohbet ediyor olacaktı. Aykut’un korkularını, endişelerini, karamsarlıklarını bu kitaplar kadar dinleyecekti. Ama kekeme kitapların doktoruydu o. Bütün kahramanlarla sohbet eder, bazen tartışır, bazen boğazlar ama bir şekilde kahramanların gerçek düşüncelerini öğrenmekten geri kalmazdı. İnsanların sorumluluğu kendisiyle başlar ve hayatına aldığı kişiler kadar sorumluluğun ağırlığı artar. Aykut’un hayatına giren karakterler boğazına düğümlenen suyun son damlasıydı.
“Bu düzenin derinlerinde parlayan beyaz bir bayrak umudum asla körelmemişti. Hikayelerin gerçekleri arasında kederden çok sevincin, yıkılmaktan çok ayağa kalkmanın, ağlamaktan çok gülmenin saklandığına inanıyordum. Yeni doğan çocuğunu eline alan bir annenin mutluluğunu kendime dayanak yapıyordum. Bir çocuğun doğmasını, çocuğun ağlamasına bakarak yorumlamaktan kaçıyordum. Böylece gerçeklere olan yakınlığımı da her defasında biraz daha yitirmeye başlıyordum. Halbuki çocuğun ağlaması annenin mutluluğunu gizleyemeyecekse annenin mutluluğu da çocuğun ağlayışını gizleyememeliydi. Örtbas ettiğimiz her gerçek mutlaka karşımıza çıkıyordu.
Bu düzenin içinde aradığım beyaz bayrağı bulamadıkça sarıldığım tüm umutlardan kopmaya başlamıştım. Son bir hamlemin kaldığını görüyordum. Benim gibi arayışta olanlar için beyaz bayrak olmaya karar vermiştim. Elimdeki kalemden onlarca, yüzlerce, binlerce karakter oluşturup güzeli ön plana çıkaracak hikâyeler yazacaktım. Elbette kederi, gözyaşını, acıyı da bir miktar kullanacaktım. Ama hiçbir zaman umutların önünde set olarak bırakmayacaktım. Eski heyecanımdan kalan birkaç kıvılcımla kağıtları doldurmaya başlamıştım. Başarısız olduğum her hikayeyi kağıtları buruşturarak yok ediyordum. Ya da yok ettiğimi sanıyordum. Uykularım daha çok bölünmeye başlamıştı. Nefes almak her geçen gün daha da zorlaşıyordu sanki. Buruşturduğum kağıtların arasından yükselen isyan seslerini çok sonra fark edecektim. Oluşturduğum onlarca karakter kırışık sayfalar arasında kendi hikayelerini yazıyordu. Artık çok korkuyordum sevgilim. Dünyaya ağlayarak gözlerini açan çocukları bu kadar hafife almamalıydım.”
Sema mektubun son cümlelerinin yaklaştığının farkındaydı. Okuduğu her kelime boğazına biraz daha düğümleniyordu. Aykut ile geçirdiği vakitlerin çoğunda bunlara benzer münakaşalarda bulunuyorlardı. Bu mektubu okudukça Aykut’un aslında onunla değil de kendiyle tartıştığını anlıyordu. Bir insanın yüreği belki bir dünyayı kaldırabilirdi ama birden fazla dünyayla mücadele etmesi mümkünsüzdü. Şu anda kocaman bir pankarta Neden? Diye yazıp sokakları arşınlamak ve dünyanın aklını karıştırmak istiyordu. Bu sabah neden uyandınız? Bu kadar kötülüğün beslenmesini neden durduramıyoruz? Yıkacağımız duvarları neden inşa ediyoruz? Bütün binalar, yollar, fabrikalar; bütün uçaklar arabalar… neden cezbediyor bizi? Neden bana biraz daha, hatta biraz dahadan da fazla anlatmadın? Neden Aykut?
“Bir ağaç gövdesi yıkıldığında tutunacak bir dal arayamıyor sevgilim. Hayatıma kattığım hikayelerdeki karakterlerle kavga ettikçe kendimi de bir karakter olarak hissetmekten alıkoyamıyordum. Her hikaye kendi sonunu oluşturacaktı, kural buydu. Kalemimin ağırlığı her gün biraz daha artıyordu. Her gece 14 yaşındaki Aykut’un güçsüzlüğünü hissediyor, eziliyordum.”
Sema son cümlelere doğru kendinde Aykut’un 14 yaşındaki güçsüzlüğü görüyordu. Aykut her zamanki gibi söylenecek her şeyi söylemişti. Her şey oradaydı zaten. Bu dünyada ayakta kalamamıştı ama bütün bu umutsuzlukları Sema’nın da sırtına yüklemişti. İki hafta önce başlayan veda bugün ebediyete ulaşacaktı.
“Ve bu sabah uyandığımda uzun bir zaman sonra tüm bu sıkıntılardan arınmış bir gece geçirdiğimi fark ettim. Hikayemin sonunun gelmediğinin farkındayım. Yarım bırakılmış hikayeler yoktur sevgilim, kendi sonunu yazamamış hikayeler vardır. Kalemimi kırıyorum artık, sivri kısmı bana asıl limanı gösterecek…”
AYKUT
M. Said ASLANLI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder