4 Ağustos 2019 Pazar

Arif Bey ya da Herhangi Biri



Sürekli yönetme eğilimindeyiz. Kendimizi yönetiyoruz, eşimizi, çocuklarımızı, arkadaşlarımızı, mahallemizi, şehrimizi, ülkemizi, dünyamızı… Sürekli uzaylılardan bahsediyoruz çünkü onlar olmadan uzayı yönetemeyiz. Uzaylılardan ziyade kudretimizi merak ediyoruz. Onları da yönetebileceğimizi görmek istiyoruz. Hayatın akışı umurumuzda olmuyor. Bütün gruplarda içinde ukde barındıran insanlar yaşıyor. Uygunsuz zamanlara uymak zorunda olanlar, istemediği yerlerde yemek yiyenler, eğlenmediği oyunlarla eğlenmeye çalışanlar, beğenmediği fıkralara gülenler… Yine de bir grubun üyesi olmak zorundayız. Yalnızlığa mahkûm bir hayatta sadece kendimizi yönetmemiz gerekiyor, bu korkutucu durumun farkındayız. Kendimize yalanlar söyleyemiyoruz, kendimizi istemediğimiz bir şeye ikna edemiyoruz, kendimizle vakit geçiremiyoruz. İçimizde, derinlerde bir yerde, doğruyu fısıldayan isyankâr biri tarafından rahatsız ediliyoruz. Gerçeğin çıplak haliyle karşımızda sırıtmasına alışkın varlıklardan değiliz. Kendimizi tanıyarak en büyük devrimi başlatabilecekken önceliği karşımızdakileri tanımaya veriyoruz. Kendimizle arkadaş olmaya çalışmıyoruz. Kendimizden korkuyoruz. Yalnızlık hayatın bir döneminde yakalıyor hepimizi. Kimisini daha genç iken en diri haliyle kimisini de bir ömür tüketmesini bekleyip en korkak haliyle yakalıyor. Yalnızlığın sihirli elmasından birer ısırık almadan kaçamıyoruz. Bu hikaye Arif Beyin yakalandığı köşeyi anlatıyor. Ya da başkalarının… 


Arif Bey, artık titremeye başlamış elleri, kamburu belirginleşmiş sırtı ve iyice aklaşmış saçlarıyla yaşlılığı kabul etmişti. Yaşlanmamak için çok mücadele etmişti. Geçmişinde depoladığı mutluluklarını, kahkahalarını, heyecanlarını, efkarlarını, göz yaşlarını, kayıplarını… biraz daha ayakta kalabilmek için bir kenarda umarsızca kullanmıştı. Çocukluğunun, gençliğinin, evliliğinin, sünnet düğününün, babasının, karısının, annesinin; ona geçmişini hatırlatan kenarları sararmış ve hatta bükülmüş bütün fotoğrafları bir albüme tepmiş ve gardırobunun en karanlık köşesine saklamıştı. Arif Beyin karanlık bir geçmişi yoktu, hatta kıyaslayınca loş bir aydınlık bırakmıştı hikayelerine. Ama yaşlılığa karşı mücadelesi uğruna geçmişini feda etmeyi göze almış, yakın zamana kadar çetin bir mücadele vermişti. Bu mücadele karşısında bir oda dolusu tozla yaşamaya bırakılmış albümü de pes etmek üzereydi. Yetmiş yılın ağırlığını kaldıramayan insanların, bu ağırlığı albümlere yüklemesiyle başlıyordu her şey. Fotoğraflar albümlerin piyadeleri oluyordu. Ve ilk yıpranan fotoğraflar ilk çekilen fotoğraflar oluyordu. Tarih ilk çekilen fotoğraflardan uzak kaldıkça Arif Bey de ellerinin uzanamayacağı yerlere bırakıyordu onları. 


Yetmiş yılını dünyada geçirmiş bir insandı. Belki de hatıralardaki masumiyeti kaldıramayacak güce düşmüştü. Ömrünün sonbaharında aynalara kırgın bir hayatı tercih ediyordu. Aynalara baktığında bembeyaz bir boşlukta boğuluyordu. Yüzündeki kırışıklıklara yazılmış isimler okunmuyordu, dökülen kaşlar birer hatıra götürmüştü kendiyle, titrek parmakları taraklarla kavgalıydı. Her hatıranın ardında bir yalnızlık yaşıyordu. İnsan yaşlandıkça hatıralara ürkek bakışlar atıyordu. İnsan yaşlandıkça hatıra olmaktan korkuyordu. Büyük hatıralar elvedalarla başlardı ve büyük elvedalar ebediyete uzanan yolculuklarda yankılanıyordu.


En ağır fotoğraflar en eski albümlerde yaşardı. Albümler eskidikçe daha tozlu ve daha açılmaz olurlardı. Her geçen gün biraz daha elveda derdi albümler, biraz daha yolculuk, biraz daha yokluk… Her fotoğraf kendisi kadar tozlanırdı. Uçları kendileri kadar bükülür, arkalarına yazılmış yazılar kendileri kadar silinirdi. Zaman her şeyin ilacı derlerdi. Sabır belki de zamanın en etkili silahıydı. İnsanoğlu sabırsız bir yaratıktı ve bütün savaşlarda zamanın sabrına teslim oluyordu. Kimisi prensiplerini teslim ediyordu, kimisi iradesini, kimisi hayallerini, kimisi ruhunu. Arif Bey yirmi yıllık mücadele vermişti. Ama iradesi yirmi yıl bir güne dayanamıyordu. Gücü yirmi yıllık bir güçtü. Merakı yirmi yıllık bir merak, hafızası yirmi yıllık bir hafızaydı. Yazılan her netice karşımıza çıkacaktı. Arif Bey neticedeydi bu akşam. Teslim olma vakti, zamandan bir doz alma vakti gelmişti. Gardırobu açtı ve albüme uzanmaya çalıştı. İlk denemesi başarısız olmuştu. Yirmi yıl sadece onun hayatından götürmemişti. Işıksız bir köşede yirmi yıla hapsetmişti albümü.  Albümü gardırobun en derin noktasından almaya çalıştıkça ortamı hafif bir küf kokusuyla ağırlaştırdığının farkına varamamıştı. Yirmi yıl boyunca hatırı sorulmamış bir dostun elini sıkmak gibi biraz sert, biraz soğuk ve biraz kırgınlığı vardı. Toz kütlesinin altında, albümün siyah cildinin üzerinde, Arif Beyin üniformasıyla uzunluğunca bir fotoğrafı görünüyordu. Belinin sağ tarafını kabartan beylik tabancasıyla sokaklara huzuru bağışladığı zamanlardan bir fotoğraf. Hayatına kırışıklık katacak kadar isim tanımamış, genç ve yapılı bir bekçi olduğu zamanlardan bir fotoğraf. Albüm kapağına yapıştırılarak unutulmuşluk kokan, zifiri bir anda açıldığında albüme bir gencin mukavemetini katan fotoğraf. 


Bekçiydi bir zamanlar. Koyu kahverengi üniformasının altında sokaklara güvenlik vadeden devlet görevlisiydi. Girdiği sokaklara birer iz bırakan, girdiği sokaklardan birer iz taşıyan vatandaştı. Kırgınlıklar, telaşlar, kavgalar, ayrılıklar… gecelere ayrılan hikâyelerdi. Güneşin ardında bıraktığı bütün birikmişler geceleri inletiyordu. Yorgunluklar, başarısızlıklar, hastalıklar, kabul edilmişlikler, nefretler, ağır sözler, incitmeler… Bir şehrin arka sokakları kadar kirliydi meslekten edindiği anıları.  Albüm kapağını yıllarca açamayacak kadar ağır. Nasıl ki çöldeki bir ağaç kervanları serinletiyorsa, bataklıklarda açan bir çiçek bütün bataklığı resimlere kazıtıyorsa, Arif Beyin soğuk ve karanlık nöbetlerinin de bir aydınlatıcısı olmalıydı. Oldu. Ayfer Hanımla tanışması bu mesleği icra ederken tesadüfen gerçekleşti.  Bu tesadüf, tesadüflere gebe kaldı. Önce imamın sonra da memurun kıydığı nikaha kadar sokaklarda tesadüfler gezdi. Karanlıklarda saklanan bütün tesadüfler ay ışığına teslim oldu. Arif’in hayatı üç kelimeye dönmeye başlamıştı: Ayfer, ay ışığı, sokaklar. 


Hayatın bir köşesinde, düşüp kalkamadığı dönemlerden öncesine ait anılar canlanıyordu yavaş yavaş. Anıların da soluk sesleri, kalp atışları, hareketleri, duyuları vardı. Ne zaman canlanacaklarını bilemezdik ama canlandıkları bütün anlar, birbirine benzerdi. Arif Bey 20 yaşındayken hayatın merkezini yaşatıyordu. Enerjisi, kabiliyeti, coşkusu, kuvveti onu çeken kuvvetlere meydan okuyordu. Halbuki bütün bunlar kısa bir zamanın dayanağıydı. Geçip giden yıllar enerjisinden, coşkusundan, kuvvetinden eksiltecekti. Çark böyle dönüyordu. Daha önce merkezde insanlara dayanak olan adamlar, yaşlandıkça yaşamın bir kıyısına itilmiş, ince bir dala tutunmaya çalışıyorlardı. Kahvede zar atarken askerlik hikayelerini anlatan amcalar, sabah namazlarında cami çıkışlarında çorba içmeye giden ağır vasıta dayılar, hastane koridorlarında takım diş yaptırma sırası bekleyen kıyıya varmış insanlar… Yavaş yavaş aynı bardaktan su içmeye başlayan amcalar, teyzeler, yaşlılar, büyükler, neneler, dedeler, hacılar… Tecrübe denen boyunbağına musallat olmuş, yürüyeceğimiz yolların asfaltını döken o insanlar. En saf haliyle taşın suyunu sıktıran ve en bilge haliyle taşa uzanmaya kuvvet bırakmayan dünyada unutulmuşluk ve unutkanlıkla savaşan, tozlu rafları tarihe layık gören yaşlılarımız… Ali Beyler, Güzide Hanımlar, Arif Beyler… Bütün bu insanlar; yaşlılar, yaşlanacak olanlar yani bizler bir gün geçmişe bakıp özlemi iliklerimizde hissedecektik. Ağır bir yalnızlık hissi, hepimizin geçeceği bir yola pusu kurmuştu.


Diyarbakır’ın kenar mahallelerinde gözünü açmıştı. Daha konuşmayı öğrenemeden İstanbul’a taşınmışlardı. Akrabaları onlardan önce İstanbul’a gitmiş, işleri ayarlamış, kalacak yerleri bulmuş ve onları da çağırmıştı. Babasının sürekli çalıştığını anımsıyordu. Güneşte kavrulmuş teni, uçları sararmış bıyığı, dökülmüş saçlarının parlattığı alnı, damarları her an fırlayacakmış gibi duran kolları, önemsenmeyen bir sürü küçük yarayı besleyen parmaklarını görebiliyordu önündeki siyah beyaz fotoğrafta. Babası Arif’in elinden tutmuş, gülümsemenin nasıl bir eylem olduğunu hatırlamaya çalışır gibi çaylak bir tebessüm yollamıştı merceğe. Bir müddet kıpırdamadan elindeki fotoğrafı izlemeye devam etti. Sanki o anları yeniden yaşıyormuş gibi her şeyi her ayrıntısına kadar inceliyordu. Bu fotoğrafı çekerken giydiği kare desenli yeşil takım elbisesini yeni almıştı. Aldıktan sonra iki yıl boyunca düğünlerde, nişanlarda, bayramlarda, misafirliklerde bu takım elbiseyi giydirmişlerdi. Daha elbisesi eskimeden büyümüş ve bu takım elbise ondan kardeşine, kardeşinden kuzenine, komşusuna derken birkaç ailenin çocukluğunda yer edinmişti. Fotoğraflar anları ölümsüzleştiriyordu güya. Zaman fotoğrafın içindeki takım elbiseyi bile eskitmişti. Babası o zamandan biraz daha yaşlı görünüyordu gözüne. Zaman, o zamandan biraz daha eski bir zamanmış gibi görünüyordu. Arif Bey bu eskimelerin isyanındaydı zaten. Kuruntulara kapılmış, geçmişle olan kavgasını sürdürme isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Albüm kollarını yoruyordu. Yatağın bir kenarına oturdu. Yorgun bir gıcırtı yayıldı odaya. Loş bir ışık altında geçmişi hatırlamak zamanı unutturan etkenlerdendi. Yaşayabileceği kadar yaşadığını düşünen biri için zamanın kıymetini ölçebilecek bir tartı var mıydı?


Huzurevi onun da meskeni olmuştu. Bastonlar, tekerlekli sandalyeler, uzağı ve yakını gören boyuna takılmış ipli gözlükler, omzu hafif sarkmış açık kahverengi ceketler, yeleklere yuva yapmış köstekli saatler… Geçirilen onca yılın yorgunluğunu gözlerinden, dillerinden, adalelerinden uzak tutmak için son demlere kadar mücadele etmiş ve sonunda bu yazgıya boyun eğmiş buruk yürekler… Burada 360 derecenin her bir derecesi yaşlılığı temsil ediyordu. İnsan garip bir düzeni garipsemeden yaşıyordu. İnsanlar doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ya da insanlar doğar, baba demeye başlar, oğlum demeye başlar, torunum demeye başlar ve ölür. Baba derken bir gün büyüyüp evladı olacağını düşünmez, dede derken bir gün torun sahibi olacağını düşünmez, Fatiha okurken bir gün Fatiha okunacağını düşünmez. Farklı yolları aşıp aynı finali yaşayacağını, farklı çileler biriktirip aynı bayrağa koşacağını düşünmez. Ve her şey bir çocuğun, zamanında yüzlerce kez dede diyen birine dede diye hitap etmesiyle açıklığa kavuşur. Gözleri kapatan perdeler aralanır. Güneşin parlaklığı ilk defa fark edilir. Yeşilin aslında nasıl bir renk olduğu, günaydının ne kadar naif bir kelime olduğu, iyi gecelerin ne kadar korkutucu olduğu o sihirli kelimeden sonra fark edilir. Arif Bey gözyaşlarını çok tanıyamadan büyümüştü. Babası ağlamalara karşıydı ve yıllar üst üste bindikçe gözyaşları içinde birikiyordu. Geçmiş, son kullanma tarihi mezar taşında yazılan duygu dolu anların deposuydu. 20 yıl sonra eline aldığı albüm ruhunun kör noktalarına saklamış olduğu gözyaşlarını hatırlatıyordu. Önce babasını kaybetmişti, sonra annesini, sonra eşini ve sonralar hep gelmişti. Bütün acıları gözyaşlarına sarıp içinde tutmuştu. Ağlamamıştı. Ağlamamayı öğrenmişti. Ama şimdi fotoğraflar göğüs kafesinin kilidini zorluyordu. Yüreği özgürlük arayışındaydı. Gözleri yılların birikintisini inceden hissediyordu. 


Albümdeki ikinci fotoğrafta babasıyla aynı yerde aynı pozisyonda dururken annesini de almışlardı. Annesi Arif’in elinden tutmuştu ama babası ellerini beline doğru atmıştı. Hep öyle olmuştu zaten. Çocukluğunun özetiydi bu. Evlenirken babasının elini öpmüştü ama annesine sarılmıştı. Askere giderken babası ona türlü tavsiyelerde bulunmuş annesi ağlayıp dua okumuştu. Bu denge böyle sürmüştü yıllarca. Babasına düşkünlüğü belki de bu yüzdendi. Fotoğrafa dokununca annesinin nasırlı ellerini hisseder gibi olmuştu. Buzdolabının en boş halinde bile sofrada çeşitli yemekler bulundurmayı başaran maharetini özlüyordu. Bembeyaz tülbendini başının etrafından iki kere dolandırmasını, elbisesine sinen ekmek kokusunu, beş vakit abdestli nur dolu yüzünü ve annesinin ellerini, ve annesinin bakışlarını ve annesini özlüyordu. Anıların izdihamını yaşıyordu ve henüz ilk dalgasıydı izdihamın. 


Ortaokulun yarısına kadar düzenli okumuş diğer yarısını yarım yamalak giderek bitirmişti. Başlarda hafta sonları ve tatillerde, sonra bazen hafta içinde derken bir müddet sonra her gün babasına yardım etmeye gidiyordu. Küçük, rutubetli bir evde mütevazı bir hayatın ortağıydı. Çocuk haliyle babasına yardım etmekten zevk alıyordu. Her geçen gün biraz daha büyüyor ve büyüdükçe yardım etmelerin adı iş yapmalara, çalışmalara dönüyordu. Şimdi olduğu gibi o zamanlar da büyümek rahatsız ediyordu onu. Her sorumluluk 365 parçaya ayrılıyor ve her yılın sonunda yeni bir sorumluluğu oluyordu. Eğitim hayatı ona sorumluluk olarak yüklenmemiş, bir gölün yok olması gibi buharlaşıp unutulmuştu. Her şey olacağına varır derdi büyükler. Her şey olacağına varırdı. Her şey olacağına vardı. Hayat dediğimiz mücadelenin hangi fırsatları hangi cebinden çıkarıp sunacağını bilemezdik. Bilemezdi. Nispi fakirlik yaşayanların amacını paylaşıyordu. Bir gün bu ara sokaklara veda etme hayaliyle hayatın sunacağı tüm fırsatları yakalamak için uykuyu rutin hayatından çıkaranlardan olacaktı. Çıkardı. Fırsat denilen şeyin hiçbir zaman çıkmayabileceğini, bir yerlerde unutuluverme ihtimalini hepimiz göz ardı ediyorduk. O da göz ardı etti. Çok çalıştı. Çok bekledi. Gencecik bir oğlanın çalışabileceğinden fazlasını çalıştı. Gencecik bir oğlanın bekleyebileceğinden fazlasını bekledi. Yirmi yaşını bulunca işi onu bulacaktı. İşi peşinden koştukça eşi peşinden koşacaktı. Ve bu seyir böyle devam edecek, kader bütün sebepleri bütün sonuçlara kavuşturacaktı. 


Albümden çıkardığı her fotoğrafı uzun bir süre inceliyor ve sol eline alıp en alt sırada tutuyordu. Buğulu gözlerle düğün fotoğrafını inceliyordu. Geniş bir düğün masasının etrafını dolduran ve fotoğrafın dörtkenarı arasına sığmak için sıkışan ailenin birlikteliğine bakıyordu. Birliktelikler daha çok düğünlerde, bayramlarda, cenazelerde boy gösterirdi. Gelenekler ya da değerler yüzyıllardır birleştirici gücüyle nice küskünlükleri, kırgınlıkları yok etmişti. Ayfer Hanımla mütevazı bir nişan ve mütevazı bir düğünden sonra mütevazı bir evlilik süreci geçirmişlerdi. Asla birbirlerinin ruh eşi değillerdi, birbirlerini tamamlayan yapboz parçaları ya da sonsuz aşkın hayallerine gömülenlerden olmamışlardı. Saygı ve sevgi dediğimiz birleştirici kuvvetleri sonuna kadar kullanarak evliliklerini sürdürmeyi başarmışlardı. Zamanın azalttığı argümanları nefeslerinden uzakta tutarak bir çatının altında huzuru inşa etmişlerdi. Arif Bey üçüncü şahısların dipdiri olduğunu düşündüğü çatıların altında yaşanan şiddetli tartışmaların, bunalımların, cinnetlerin, tükenmişliklerin varlığının farkındaydı. Ayrıntılarına hakim olmadığımız, özetine mutlu bir gidişatı yüklediğimiz hayatların altında solmuş, solmakta ve solacak olan insanların ağlamak için geceyi beklediklerini bilenlerden biriydi. Mesleki tecrübesi uzun bir birlikteliği inşa etmesine yardımcı olmuştu. 
 

Baktığı fotoğraf sayısı arttıkça kamburu biraz daha çıkıntı yapıyordu. Özlem her fotoğrafta biraz daha ağırlaşıyordu. Hasret biraz daha… Hasret öyle bir şeydi ki; yel gibi estiğinde tatlı bir mutluluk, rüzgar gibi estiğinde tedirgin bir tebessüm, fırtına gibi estiğinde korkunç bir yalnızlık getiriyordu. Hasret insanın en güzel imtihanıydı; özlediklerinin, aradıklarının, kaybettiklerinin, bir zamanlarının, artıklarının, şimdi olmayışlarının…. İnsana bahşedilen ve insandan koparılan her şeyin kapısında aynı ışığı yakalamanın yoluydu. Bazen çölde doğru yolu kılavuzsuz bulmaktı, bazen görünen köye kılavuz aramak. Hasretin de niyeti vardı. Hasrete de niyet vardı. Arif Bey bu gece hasrete niyet etmişti. Bütün bir hasrete, belki de son bir defa…


Albümdeki fotoğraflar çekildikleri tarihlere göre sıralanıyordu. Albümü muhafaza etmek kıymetli bir görevdi ve annesinden sonra bu görevi kendisi üstlenmişti. Ayfer Hanımı uğurladıktan sonra evin kokusu ona ağır gelmişti. Taşınmayı denemiş ama taşındığı hiçbir yer ona eskisi gibi nefes alıp vereceği ferahlığı sağlamamıştı. Yalnızlıkla uzun bir süre geçirmeden huzurevine gitmek istemişti. Tarih ilerledikçe fotoğraflar arası tarihler kısalıyordu. 4 çocuğu vardı, hepsi evlenmiş ve mutlu bir hayatın güzergahına kapılmışlardı. Çocuklarının emeklemeye çalışırken çektikleri fotoğraflara bakıyordu. Çocuklarının deniz kenarında çektikleri fotoğraflara bakıyordu. Çocuklarının ilkokul önlükleriyle çektikleri fotoğraflara, lise müsamerelerine, düğünlerine ve araya kattıkları bir sürü geçmişe... Torunlarına bakıyordu. Babasının elinden tutan Arif, çocuğunun elinden tutan Arif’e doğru gelmişti. Çocuğunun elinden tutan Arif, torununun elinden tutan Arif'e doğru gelmişti. Zamanın sürati değişkendi. Geçmişe bakınca hep hızlı olduğuna kanaat getirilirdi. Fotoğraf makinelerinin değerli olduğu zamanlardan her yerin makine olduğu zamanlara akmıştı bir Arif’in hayatı. Teknoloji anıları arttırıyor ama insanlar anıları unutmaya başlıyordu. Çünkü yokluğun hasreti hep galip gelirdi. Olmayanın özlemi ağır basardı. Bu durum herkeste böyleydi. Bu durum her şeyde böyleydi. En önemli cevaplar sorulmayan sorulara verilirdi, en önemli ihtiyaçlar imkan yokken ortaya çıkardı, en önemli konular gece kimse yokken düşünülürdü. Akıl, irade, karar, muhakeme… Bunlar hayatın akışında eriyen ve eksilenlerdendi. Şartlar başka yolları kaybettiriyordu. Kendi yolunu çizmeye çalışan insanlar şartların güzergahını kullandığının farkına varamıyordu. 


İnsan anıları biriktirerek yaşayan bir varlıktır. Anılar hatırlamaların kölesidir. 70 yaşındaki bir insanın 70 yıl anısı olmuştur ama sadece hatırladıklarını anılaştırmayı öğrenmiştir. Hafızamız eskiyi elekten geçirir ve bize sundukları şeylere anı dedirtir. Hayatımızın büyük bir bölümünü farkında olmadan unuturuz. Bazen unutulmaya yüz tutmuş, hatırlarda kısa bir ömrü kalmış bir takım şeyleri hatırlayınca şaşkınlık ve mutluluk karışımı bir ifadeyle anlatmaya, yaşamaya, yaşatmaya çalışırız. O anlarda unuttuğumuz şeylerin çokluğunun farkına varamayız. Arif Bey  son birkaç günü unutmayı unutmak üzerinde düşünerek geçirmişti. Doktorla konuştuktan sonra uzun bir süre unutmanın ne demek olduğunu düşünmüştü. Bir insanın ölmesi gibiydi bir anının yok olması. Bir hayatın avucunun içinden kaymasıydı. Unutmak hepimizin imtihanıydı, doğru, peki ya unutmayı unutmak nasıl bir imtihandı? Bir gün her şeyi unutabileceğimizi bilmek her şeyi unutacak olmanın korkusunu hafifletiyordu. Arif Bey unutacağı şeyleri unuttuğunu fark edemeyeceği gerçeğiyle yüzleşmeye çalışıyordu geçen birkaç günde. Tarihin bir köşesinde kayıtlı kalmış kahkahaları silinecekti yavaş yavaş. Çocukluk hayalleri, çocukluk aşkları, çocukluk anıları... Düğününü, Ayfer Hanımı, çocuklarını, torunlarını... Annesini, babasını, yeşil takım elbisesini... Bir sabah uyandığında bir şeyleri unutmuş olacaktı. Ertesi sabah uyandığında unuttuğu şeylerin olduğunun farkına varmayacaktı. Takvim, sonbaharı yaşayacaktı Arif Beyin hayatında. Hayat unuttuğu şeyi unuttuğunu hatırlamayacak bir unutmaya çağırıyordu onu. Alimler insanın ölümü unutarak yaşadığını söylerler. Belki de insanlar, yaşamayı unutarak yaşıyorlardı.


Fotoğraflar elinde ağırlık yapmaya başlamıştı. Son fotoğrafı da inceledikten sonra teker teker, aynı sırayla yerleştirdi albüme. Odayı aydınlatan ışığın merkezinde toza benzer şeyler uçuşuyordu. Perdeler hafif bir rüzgarı anlatıyordu. Kapının altından sızan ışık odanın dışında, kendisinden bihaber, kendi acılarıyla boğuşan insanların yaşadığını anlatıyordu. Oturduğu yatak, her hareketin büyüklüğü kadar hikaye mırıldanıyordu. Etrafında yaşayan olayları incelemeye devam etti. Gözlerini, gözlerinden kaçırmaya çalışıyordu aslında. Birkaç damla yaş gelecekti önce. Direncini kıran ilk darbe olacaktı bu ilk ıslaklık. Yabancı bir darbe, bilmediği bir taarruz olacaktı. Sonra kendini frenlemeye çalışacak, bir peçete bulup firar eden birkaç damlayı silecekti. Sonra yeni bir yaş gelecek, yeni bir kırgınlık, yeni bir mücadele. Albümü dolaba doğru götürecekti tekrar. Eski yerine yerleştirince hüngür hüngür ağlamaya başlayacaktı. Bütün vücudu titreye titreye ağlayacaktı. Ellerinden, ayaklarından kulaklarından, gözlerinden, ciğerlerinden, Arif Beyin varlığında bulunan her şeyden ayrı bir feryat yükselecekti. Bütün dertler, öfkeler, pişmanlıklar, özlemler toplanacak bir dermanı arayacaktı ağlayarak. Koca bir çınar olmuştu Arif Bey. Bu koca çınar, ağlayarak bütün köklerini azat edecekti. Bütün köklerini azat etti... 










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder